Devlet Gelirleri

Cansu

Bismillahirrahmanirrrahim
Tem 11, 2014
525
Denizli
Devlet Gelirleri

1625. Devlet gelirleri ve aldığı vergilerle ilgili olarak, Kur’an şöyle buyurmaktadır:

“Onların malları üzerinden sadaka vergisi al! Böylece onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin… Allah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu hala bilmezler mi?” (Tevbe: 9/103-104)

1626. Kur’an’ın vergiye tabi tutulacak servet kategorilerinden ya da alınacak vergi miktarlarından hiç bahsetmemesi oldukça dikkat çekicidir. Allah, bu miktarı tayin edip gerekirse toplumun ihtiyaçlarına ve günün koşullarına göre gözden geçirerek yeniden belirleme işini insana, yani Devlete bırakmıştır. Resulullah (AS) zamanında, vergiden muaf tutulan asgari miktarı aşan ziraî ürünler üzerinden 1/10 oranında (öşür) vergi alınmaktaydı. Ancak vergi tahakkuk ettirilirken, emek sarf edilerek (kuyu suyu ile) sulanan topraklarla fazla emek sarf etmeden (akarsu, yağmur suyu, yeraltı kaynak suları vs.) sulanan topraklar arasında ayrım yapılmaktaydı. Fazla bir emek harcanmadan sulanan arazilerden elde edilen ürünlerden 1/10 (öşür) oranında, emek harcanarak sulanan tarlalardan ise 1/20 (nısfu’l-öşür) oranında zekât vergisi alınırdı. Büyük çapta arıcılığın yapıldığı bölgelerde ise elde edilen ürün üzerinden 1/10 (öşür) oranında zekât tahsil edilmiştir. Biriktirilen altın ve gümüş üzerinden ise % 2,5 (1/40) oranında zekât vergisi alınmıştır. Kaynaklarda, Benû Suleymlerin topraklarından ve Yemen bölgesinden çıkarılan madenlerden de vergi alındığına dair bilgiler bulunmaktadır. Yer altından ya da ören yerlerinden çıkarılan definelerin ise % 20’sinin Devlet’e teslim edilmesi gerekiyordu. Açık arazide otlatılan sürülerden sadece develerle büyükbaş ve küçükbaş hayvanlara zekât tahakkuk ettirilmiş, at ise zekât vergisinden muaf tutulmuştur. Ticaret amacıyla edinilen mallar, birikmiş altın-gümüş gibi değerlendirilerek, bunlar da yıllık % 2,5 (1/40) oranında zekâta tabi tutulmuştur. Yine kaynaklara göre, yabancılar, ithal edilen malın cinsine göre % 5 ila 10 arasında gümrük vergisi ödemek zorunda idiler. Bu vergi tarifelerini tabu haline getirip değişmez kılacak şer’î bir hüküm yoktu. Nitekim, geçtiğimiz sayfalarda Halife Ömer’in, Nabatlı tüccarlar tarafından Medine’ye ithal edilen gıda maddelerine, Resulullah (AS) zamanında uygulanmış olan oranın yaklaşık yarısı civarında gümrük indirimi yaptığını belirtmiştik (bk. § 1613).

1627. Bireylerin nakit olarak sahip oldukları ve piyasada dönen paralarına “gelir vergisi” adı altında bir vergi tahakkuk ettirilmeyip, sadece biriktirdikleri tasarrufları üzerinden zekât vergisi alınırdı. Devletin almış olduğu bu önlem, insanları birikimlerini piyasaya sürerek değerlendirmeye zorlamakta ve kadınlara özgü süs eşyaları ya da mücevherler şeklinde de olsa, bunlardan hazineler oluşturmalarını önlemekte idi. (Ancak bazı kaynaklar, Halife Ebû Bekir döneminde maaş gelirleri üzerinden bir “gelir vergisi” alındığını zikretmektedirler.538)

1628. Buraya kadar anlattıklarımızda, Müslüman tebaadan alınan vergiler söz konusudur. Gayrimüslim tebaa, ziraî ve ticarî vergi ödemekle birlikte, birikmiş tasarrufları ve ticarî mallarına karşılık zekât ödemekten muaf tutulmuşlardır. Kaynaklar, bunların besledikleri hayvan sürüleri üzerinden herhangi bir vergi alındığından da bahsetmezler. Bu insanlar, Devlet’in sağlamış olduğu can ve mal güvenliğinden yararlanmakla birlikte, zorunlu askerlikle (cihat) yükümlü değillerdi. “Millî savunma” gibi büyük harcamalar gerektiren ihtiyaçların bir bölümünü karşılamak amacıyla, gayrimüslimler arasından meslek sahibi kimseler, çok düşük miktarda baş vergisine (Kur’an’ın ifadesiyle, kendi elleriyle cizye ödemeye539) tabi tutulmuşlardır. Ancak bunlar, Müslümanlara bir savaşta yardım ettikleri takdirde, o yıla ait cizyeyi ödemiyorlardı. Gerçekten de, göründüğü kadarıyla gayrimüslim tebaa, Müslümanlarla karşılaştırıldığında çok daha uygun koşullarda yaşamaktaydı; ve ilerde de göreceğimiz gibi bunlar, Müslümanların ödedikleri vergilerden de yararlanıyorlardı.

1629. Buraya kadar sadece normal ve vergilerden bahsettik. Ancak, savaş ganimetleri (ki bunun 1/5’i Devlet hazinesine giderdi) ve barış anlaşmaları sırasında belirlenen harçların yanı sıra, taşınır ve taşınmaz mallardan elde edilen, geçici ya da olağanüstü durumlarda alınan oldukça değişik gelirler de vardı.

1630. Vergilerle ilgili son bir şeyi daha belirtelim: İbn Hazm gibi klasik yazarlar, toplumun refah ve mutluluğu için yeni vergilerin yürürlüğe konulabileceğini, ayrıca daha önceden konulan vergi oranlarının artırılabileceğini özellikle belirtmişler ve Resulullah (AS)’ın belirlediği zekât miktarlarının asgari düzeyde olduğunu ve Devlet’in gerekli görmesi halinde geçici olarak yeni vergiler (nevâib) ihdas edileceğini belirtmişlerdir. Kuraklık ve kıtlık zamanlarında hükümet, zenginlere geçimleri için yeterli miktarın (sedd’ur-ramk) dışındaki tüm servetlerini içine alacak oranlarda vergiler koyabilir ve topladığı bu vergileri ülkedeki ihtiyaç sahipleri arasında paylaştırabilir. Bu yazarlar, görüşlerini şu olaya dayandırırlar: Bir gün, Medine’den çok uzakta bir sefere çıkıldığı sırada, İslâm Ordusunun elindeki yiyecekler tamamen tükenmişti. Resulullah (AS), herkesin elinde yiyecek olarak bir parça ekmek, birkaç hurma vb. neyi varsa getirmelerini emretti; herkes de bu emri istisnasız yerine getirdi. Bunun üzerine Resulullah (AS) bu yiyecekleri herkese eşit ve adil bir şekilde dağıttı. Bu arada, toplanan bu vergilerin, -ancak vasat bir insanın harcamalarına denk bir maaş alan- devlet başkanının lüks ve konforlu bir hayat sürmesi için değil, tüm ülke insanlarının ihtiyaçlarına harcanmak üzere alındığını da belirtelim.

Devletin Yaptığı Harcamalar

1631. Öyle görünüyor ki Kutsal Kitaplar arasında Kur’an, Devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili temel kuralları açıkça ortaya koyan yegâne kitaptır. Bu konuya değinen, mealini verdiğimiz şu âyet üzerinde ayrıntılı olarak durmaya değer:

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak:

1. Yoksullara,

2. Düşkünlere,

3. (Zekât toplayan) memurlara,

4. Gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara,

5. (Hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere,

6. Borçlulara,

7. Allah yolunda çalışıp cihat edenlere,

8. Yolcuya,

mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Tevbe: 9/60)

1632. Ayette zekâttan yararlanacak sekiz sınıfın bu şekilde sıralanması, sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışan başarılı bir devletin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliktedir. Burada tekrar hatırlatalım ki, zekât ile eşanlamlı olan sadaka terimi, Resulullah’ın sağlığında ve özellikle hayatının Medine’de geçen son yıllarında, ziraat, hayvan sürüleri, ticaret, birikmiş altın ve gümüş vs. gibi konularda Devletin Müslümanlardan tahsil ettiği vergileri ifade etmek üzere kullanılıyordu. Kur’an, yukarıda bahsettiğimiz ganimet, haraç vs. gibi bazı geçici ve olağanüstü vergilerin harcanması konusunda Devlet Başkanına büyük yetki ve serbestlik tanımıştır. Ancak normal ve düzenli vergiler (sadaka) konusunda yukarıda mealini verdiğimiz âyette, bunların nerelere tahsis ve sarf edileceği açıkça gösterilmiştir. Şimdi sadakadan yararlanacak olan bu sekiz sınıfı ele alalım:

1633. 1, 2) İlk iki sırada yoksul ve düşkünlerin ele alınması fıkıh ve tefsir bilginleri açısından bazı güçlüklere yol açmıştır. Hiç kuşkusuz burada Resulullah (AS)’ın birçok defa şu şekilde yinelemiş olduğu bir vergilendirme ilkesi söz konusudur:

“Zekât, aranızdaki zenginlerden alınıp yine aranızdaki yoksullara dağıtılacaktır.”

Ancak bu ayette neden yoksul (fukarâ) ve düşkün (miskinler) şeklinde iki farklı terime yer verilmiştir? Endülüslü tefsir bilgini Ebû Hayyân (öl. H. 784), Tefsir adlı eserinde,540 aralarında İmâm Şâfiî’nin de bulunduğu bazı klasik dönem Müslüman bilginlerinin fukarâ ve mesâkîn terimlerinin eşanlamlı olduğu görüşünü savunduklarını, ve Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarının gereği olarak, toplumda muhtaç durumda bulunan bu kimselere, (her bir sınıfa 1/8’lik pay düştüğü göz önüne alınırsa), Devlet gelirlerinden 2/8 hisse ayrılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu görüşün aksine, Hulefâ-i Râşidîn’den Ömer (RA), âyette Müslümanlar arasındaki fukarâ ve Gayrimüslimler (Yahudi, Hıristiyan vs.541) arasındaki mesâkîn olmak üzere iki ayrı türde ihtiyaç sahibinin söz konusu edildiğini savunuyordu: Diğerleri de bu görüştedirler. Hadisin metninden anlaşıldığına göre, hocası İbn Abbâs’ın görüşünü yineleyen İkrime de, fukara’nın Müslümanlar arasındaki, mesâkîn’in ise Ehlu’z-Zimme542 denilen Gayrimüslim tebaa arasındaki ihtiyaç sahiplerini ifade ettiğini söylemektedir. Halife Ömer ve İkrime’nin yorumu, dil yapısı yönünden de daha tutarlı gözükmektedir. Gerçekten de Sâmî dillerinde miskin sözcüğü, Hammurabi yasalarında geçen ve uzun uzadıya açıklanan moşkîn teriminde olduğu gibi, bir başka ülkeye yerleşmiş bulunan yabancı anlamına gelmektedir.

1634. Yeri gelmişken, Halife Ebû Bekir zamanındaki bir uygulamayı hatırlatalım. Hîre şehrinin fethinden sonra, Ordu komutanı Hâlid ibn Velîd, Halife adına imzaladığı bir barış anlaşmasında şöyle diyordu:

“... Ayrıca, başlarına bir felâket gelmesi ya da zengin iken fakir olması nedeniyle artık çalışacak durumda olmayan ve bu yüzden kendi dindaşlarının lütuf ve merhametine sığınmış olan bütün yaşlı kimseler benim tarafımdan cizye’den muaf tutulmuş olup, kendisi ve geçimini üstlendiği kişiler, Hicret Ülkesinde (Dâru’l-Hicre) yahut İslâm Ülkesinde (Dâru’l-İslâm) ikamet ettikleri sürece Müslümanların Devlet Hazinesi’nden (Beytu’l-Mâl’den) yardım alacaklardır. Ancak (bu gibi yaşlılar ve onların yakınları) Hicret etmiş oldukları ülkeyi ya da İslâm topraklarını terk edip gitmeleri halinde, artık Müslümanlar, bunların geride bıraktığı kimselerin ihtiyaçlarını karşılamayacaklardır.”543

1635. 3) “(Zekat toplayan) memurlar” ise, açıkça anlaşılacağı gibi, Devletin bu işle görevlendirdiği kimselerdir. Belki de belirtilmesi gereken husus, burada sadece vergi tahsildarlarının değil, toplanan vergilerin muhasebesi, hesapların tasfiyesi, harcama kalemlerinin belirlenmesi, denetlenmesi gibi işlerle uğraşan memurların da söz konusu olduğu ve maaşlarını (ya da emekli maaşlarını) alırken bu sınıfa dahil edilmeleri gerektiğidir. Birazdan göreceğimiz gibi, bu vergilerden (sadakât) yararlananların sayısı oldukça fazladır. Zira, sivil ve askerî devlet memurlarının hemen tamamı bu kapsama girmektedir. Devlet Maliyesinin muhasebesini tutma konusu ile ilgili olarak şu küçük olayı nakletmek istiyorum: “Halife Ömer, Suriye’deki valisine (Muâviye’ye ya da onun kardeşi Yezîd’e) şöyle bir yazı gönderdi:

“Mâlî hesaplarımızı düzenlemek üzere bize bir Rum (Grek) memur gönderiniz (yukîmu lenâ hisâb ferâ’idinâ544).”

1636. 4) “Gönülleri ısındırılacak olanlar” (mü’ellefet’ul-kulûb): Bu ilginç terim, Devletin az çok gizlilik gerektiren işlemler sırasında duyduğu bazı ihtiyaçları gidermek için kullanılmıştır. Resulullah, diğer bütçeye ayrılan paranın bir bölümünü, bazı harcamaların yanı sıra, ruhî-mânevî konularla fazla ilgilenmeyen kabile veya sop başkanlarını toparlayıp bir araya getirmek için kullanıyordu. Hanefî mezhebine mensup bazı fıkıh bilginleri, âyetin (Tevbe: 9/60) bu hükmünün Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını, o devirde toplumun kendisi ile hemfikir olduğunu, bunun sonucu olarak bu konuda bir icma (consensus) oluştuğunu öne sürerler. Ancak bu konuda iki anlatım mevcuttur: İlkine göre, Resulullah (AS), ‘Uyeyne ibn Hısn gibi bazı kimselere bu tür avantajlar sağlıyordu. Halife Ebû Bekir de bu ödemelere devam etti. Ancak Halife Ömer iş başına gelince, “artık İslâm’ın Uyeyne gibi kimselerin dostluğuna ihtiyacı kalmadığını” söyleyerek, bu uygulamaya son vermiştir. Diğer anlatıma göre ise, Medine’de Devlet Mâliyesi ve vergi muhasebesi ile ilgili işlerde görevli bazı Gayrimüslimler İslâm’ı kabul edince, Halife Ömer’e başvurarak, bütçenin “Gönülleri ısındırılacak olanlar” faslından kendilerine belli bir ödeme yapmasını telkin ettiler; Halife Ömer bu öneriye sinirlenerek şöyle dedi: “Maddî çıkar sağlamak amacıyla dinlerini değiştiren kimselere İslâm’ın ihtiyacı yoktur” şeklinde cevap verdi. Ne olursa olsun, bizzat Resulullah’ın ve ondan sonra da halifesi Ebû Bekir’in uygulamış olduğu bir Kur’an ayetinin, Halife Ömer tarafından yürürlükten kaldırıldığını söylemek büyük bir hata olur. Bu olsa olsa bir kısım fıkıhçıların, Devletin ihtiyaçlarının altında yatan derin nedenleri ya da Halife Ömer’in bu tasarrufundaki hikmet ve anlamı göremeyecek kadar dar görüşlü olmalarından kaynaklanmaktadır. Zira bu anlatımda kesinlikle özel bir kişi söz konusu olup, Ömer kendisine devletin harcama kaleminden bir avantaj sağlanmasını reddetmiş, ama bundan böyle hiç kimse lehine hiçbir iş yapmayacağını söylememiştir. İbn Rüşd’ün Bidâye adlı eserinde bize bildirdiğine göre,545 İmâm Şâfiî’nin yanı sıra İmâm Ebû Hanîfe de, söz konusu âyetin bu bölümünün hiç bir şekilde yürürlükten kaldırılmadığını ve bundan sonra da asla ilga edilmemiş olduğunu belirtmişlerdir. Bu konuda bazı yetkililerin görüşlerine yer verelim:

1637. I. Taberî546 (öl. H. 310), Tefsîr’inde şöyle demektedir:

“Allah, iki amaç gözeterek sadaka vermeyi emretmiştir: Birincisi, Müslümanlar arasındaki yoksulların yardımına koşmak; diğeri ise, İslâm’a yardım edip onu kuvvetlendirmektir. İslâm’a yardım ve onun peşinden koştuğu hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlamakla ilgili olarak şunu açıkça belirtelim ki, yoksullara olduğu kadar zengin kimselere de (toplanan bu sadakalardan) ödemelerde bulunulacaktır. Zira, sadakayı verirken asıl amaç sadece onu alacak kimsenin özel ve belli ihtiyaçlarını gidermek değil, fakat İslâm dinine yardım etmektir. “Gönülleri kazanılmak” amacıyla kendilerine belli bir ödemede bulunulan kimseler için de aynı şey söz konusudur. Bu gibi kimseler zengin dahi olsalar, İslâm davasını yüceltmek amacıyla, kendilerine (toplanan sadakalardan) belli bir ödemede bulunulabilir. Demek ki, günümüzde bir kimsenin kalkıp, artık gönüllerin kazanılmasına gerek kalmadığını, çünkü Müslümanların sayıca yeterli çoğunluğa eriştiklerini ve İslâm’ın kendi kendisini düşmanlarına karşı savunacak kadar güçlü olduğunu söylemenin tutarlı ve haklı bir yanı yoktur.”

1638. II. Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’ el-Hanbelî547 (öl. H. 458) de, şu değerli gözlemlerde bulunmaktadır.

“Kalpleri kazanılacak kimseler dört çeşittir: Kimilerinin kalpleri Müslümanlara yardım etmeleri sağlanarak, kimileri ise Müslümanlara kötülük ve zarar verecek eylemlerden uzak tutularak kazanılır; yine bazıları vardır ki bunlar “İslâmî bir inanç ve yaşayış içine” dahil edilerek kazanılır; ve nihayet öyleleri de vardır ki, kendileri sayesinde diğer yakınları ve mensubu bulundukları kabileler İslâm’ı kabul etmeye ikna edilebilir. Bu müellefetu’l-kulûb (kalpleri kazanılacak kimseler), ister Müslüman isterse putperest, bu dört çeşitten hangisine mensup olurlarsa olsunlar, âyette kendilerine ayrılan paydan yararlanmalarına izin verilmiştir.”

1639. III. İbn el-Arabî548 (öl. H. 458) ise şöyle der:

“Kalpleri kazanılacak kimselerle ilgili olarak birçok görüş ileri sürülmüştür. Bazıları bunların Müslümanlar... bazıları ise Gayrimüslimler olduğunu söyler. Bunlar arasında İslâm’a karşı bir eğilimi olduğunu söyleyen kimseler de vardır. Örneğin, Safvân ibn Umeyye, Resulullah’tan bazı hediye ve bağışlar aldığı sırada müşrik ve putperest bir kimseydi... Onuncu husus, sadakadan yararlanan bu sınıfın hak sahibi olarak varlığını hala sürdürüp sürdürmediğidir Bazıları bu sınıfın artık ortadan kalktığını söylerler; Mâlik de bu görüştedir. Bir başka grup ise, bu sadakadan yararlanan grubun halen varlığını sürdürdüğünü belirterek, her ne kadar Halife Ömer, İslâm’ın iyice kuvvet ve kudret kazandığını görerek Devlet Bütçesinden bu zümreye yapılan ödemeleri durdurmuşsa da, bir Devlet Başkanının her zaman İslâm yararına kalpleri kazanmaya ihtiyaç duyabileceğini buna delil olarak gösterirler. Şahsen ben, İslâm’ın artık çok güçlü olduğunu ve artık bu tür harcamalara ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Ancak ileride buna yeniden ihtiyaç duyulacak olursa, tıpkı Resulullah’ın yaptığı gibi, bu gelir kaleminden bir pay ayrılabilir. Zira, Resulullah’ın sahîh bir hadisinde bize bildirdiği gibi, “İslâm garib (fakir ve kimsesiz) geldi, tıpkı başlangıçta olduğu gibi tekrar garib bir duruma düşecektir.”

1640. IV. Hanefî fıkıh bilgini Kâsânî’nin549 (öl. H. 587) bize söylediğine göre:

“Kalpleri kazanılacak kimselerin sahip olduğu hak ve hisse ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır: Hanefî bilginlerinin çoğunluğu, bu hissenin hükmünün kalmadığını ve artık ortada bulunmadığını; Resulullah’ın vefatından sonra, bu isim altında her türlü ödemenin durdurulduğunu ve artık bundan sonra da verilmeyeceğini söylerler. Bir defasında İmâm Şâfiî de benzer bir görüşte bulunmuştur. Yine İmâm Şâfiî’nin paylaştığı başka bir grup fıkıhçının görüşüne göre, Resulullah’ın sağlığında kendilerine bir ödeme yapılan kimselere hisselerinin ödenmesine devam edilmelidir. Çünkü bugün İslâm’a yeni girmiş olan Müslümanlara, kendilerini hoşnut etmek ve inançlarını sağlamlaştırmak için katkıda bulunulması gerekir. Hattâ, yetki ve kuvvet sahibi olup da kendilerinden İslâm’a bir kötülük ve zarar gelmesinden endişe duyulan, düşman (ehlu’l-harb) arasındaki başkan ve ileri gelenlere de, kötülüklerinden emin olmak için verilebilecektir. Zira Resulullah’ın kendi zamanında belli kimselere sadaka verirken gözettiği nedenler, bahsettiğimiz bu gibi kimseler için de geçerlidir.”

1641. V. Ebû Hayyân el-Endülûsî550 (öl. H. 754) ise şöyle demektedir:

“Çok sayıda bilginin ifadesine göre, “kalpleri kazanılacak insanlar” zümresi her zaman var olmuş ve Kıyamet Gününe kadar da varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlar, Müslüman olmuş, ancak îmanları henüz sağlam olmayan, ileri gelen Arap Başkanlardır: Bunlara, îmanlarını kuvvetlendirmek için bu fasıldan bir pay ödenir; yahut da bunlar, çevrelerinde etkili olan Gayrimüslim kimselerdir; İslâm’ın lehine, bunları ve bu gibi kimselerin peşinden gidenleri kazanmak için de onlara bir hisse verilecektir.”

1642. VI. Şevkânî551 (öl. H. 1251) ise şöyle söyler:

“Bazı Hanefî fıkıhçılarının iddia ettiklerine göre, Resulullah (AS)’ın sahabeleri, bu kümenin artık mevcut olmadığı konusunda görüş birliğine varmışlardır. Ancak bir grup bilgin ise, bu kümeye giren insanların her zaman mevcut olduğunu ve İslâm Devlet Başkanının bazen buna ihtiyaç duyabileceğini belirtmektedirler. Yûnus şöyle nakleder: “Ben, bu küme ile ilgili olarak ez-Zuhrî’ye bir soru sordum, o da bana âyetin bu hükmünün yürürlükten kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında hiçbir şey bilmediğini söyledi.”

1643. Günümüz bilginlerinden Reşîd Rızâ’nınkini552 de kendilerine katabileceğim bu görüşlerin bizim için yeterli olduğunu düşünüyorum. Şunu da belirtmeme izin verin: Resulullah (AS)’ın ‘Uyeyne’ye ve o sırada henüz gayrimüslim olan Safvân’a verdiği ve bazılarının bu tartışmayla ilişkilendirdiği hediyeler, aslında zekât yoluyla elde edilen Devlet gelirlerinden olmayıp, Huneyn savaşında ele geçen ganimetlerden seçilmişlerdi.

1644. 5) Beşinci grubu ise “boyunduruk altında bulunanlar” (fi’r-rikâb) oluşturmaktadır. Fıkıh ve tefsir bilginleri, bu terimi sürekli olarak İslâm Devleti’ndeki iki tür tebaa için kullanmışlardır: Köleler ve savaşta düşman tarafından esir alınan kimseler. Savaş esirleri konusunda Müslüman ve Gayrimüslim şeklinde bir ayrım yapılmamıştır; bu konuda elimizde resmî ve kesin belgeler bulunmaktadır. Emevî halifesi Ömer ibn ‘Abd el-Azîz, Ordu komutanlarına yazmış olduğu birçok yazıda, erkek-kadın, hür-köle, Müslim-Gayrimüslim ayrımı gözetmeksizin düşman eline düşmüş savaş tutsaklarının, fidyeleri Devlet Hazinesi’nden karşılanmak suretiyle kurtarılmasını hatırlatmıştır. Bu konuda birçok yaşanmış olayı saymak da mümkündür.553 Kölelere gelince: İslâm, kendi fidyesini sahibine ödemek koşuluyla her kölenin kölelikten kurtulmaya hakkı olduğunu ve sahibinin böyle bir talebi reddetme hakkının bulunmadığını;554 böyle bir taleple ortaya çıkan kölenin, gerekli meblâğı kazanıp sahibine ödeyebilmek için kendi hesabına çalışma iznine sahip olduğunu; ayrıca, bu borcunu ödeyinceye kadar her türlü zekât vergisinden muaf olduğunu hükme bağlamıştır.555 Kur’an, sadece Müslümanlar arasında takva sahibi ve hayırsever kimselerin elleri altındaki köleleri azat etmelerini veya başkalarına ait kölelerin bu durumdan kurtulmaları için yardımda bulunmayı emretmekle kalmamış,556 aynı zamanda, incelediğimiz ayette ((Tevbe: 9/60) açıkça görüldüğü gibi, “boyunduruk” altında yaşayan ve aralarında kadın ve erkek kölelerin bulunduğu kimseleri kurtarmak için Devlet bütçesinden yıllık ödenek ayrılması gibi, İslâm Hükümetinin olumlu icraatlarda bulunması gerektiğini vurgulamıştır.

1645. 6) “Ağır borç yükü altında bulunanlar (el-ğârimîn)” tabiri ise, su baskını, yangın, deprem gibi doğal afetlerden zarar gören ya da, örneğin hiç bir kasıt olmaksızın kaza sonucu birinin ölümüne neden olan ve kan bedeli (fidye) ödemek zorunda kalan ve borcunu ödeme imkânından yoksun bulunan kimseler için kullanılmıştır. Halife Ömer, borçlu duruma düşenlere yapılan bu yardımı daha da geliştirerek, hali vakti yerinde olduğu halde geçici bir süre için sıkıntıya düşen kimselere, yardım şeklinde değil de sadece borç para vermek suretiyle onları bu uygulamadan yararlandırmıştır (krş. Mâlik, Muvatta, 32/1). Halife, Devlet Hazinesinden bu şekilde verilen kredilerden faiz almıyor ve örneğin bu alacakları, borçluların altı ayda bir ödenen maaşlarından tahsil etme yoluna gidiyordu. Hatta Ömer’in kendisi de bu şekilde Beytü’l-Mâl’den birçok kez borç para almıştır. Bu sistem daha da geliştirildiği takdirde, toplum tefecilik denilen bu vebadan tamamen kurtulmuş olacaktır. Bu arada, söz konusu ayette (Tevbe: 9/60) geçen “yoksullar” ve “muhtaçlar”ın iki ayrı sınıf olduğunu da hatırlatalım. Resulullah zamanında, “ağır borç yükü altına girenler” için, me’âkıl adıyla birtakım sosyal güvenlik önlemleri alınmıştı. Nitekim, Medine Şehir-Devleti Anayasası’nda, bu konu ile ilgili şöyle bir hüküm yer almaktaydı:

“... ve her bir zümre, kendi savaş esirinin fidyesini müminler arasındaki hakkaniyet ölçülerini ve adaleti gözeterek ödemek zorundadır. Mü’minler, yakınlarından hiçbirini ağır mâlî yükümlülük altında bırakmayıp, gerek fidye gerekse kan diyeti şeklinde ödenmesi gereken borcu en iyi ve mâkul ölçülere göre vereceklerdir.”557

Başka bir deyişle, eğer bir topluluğun elindeki fonlar herhangi bir anda ortaya çıkacak olan yükümlülükleri yerine getirmeye yetmeyecek olursa, aralarında Devlet’in de bulunduğu diğer toplulukların, zorluk ve darlık içine düşen topluluğa yardım etmeleri gerekecektir. Kapitalist bir temele dayanan ve tek taraflı bir risk anlayışının egemen olduğu sigorta sistemleri İslâm’da yasaklanmıştır. Resulullah (AS)’ın getirmiş olduğu sigorta sistemi ise “karşılıklı risk” anlayışına dayalı ve millîleştirilmiş bir özellik taşımaktaydı. Halife Ömer dönemine ait bir diğer gelişme de, onun tüccarlara Devlet Hazinesinden borç para (kredi) vermesi ve elde edilen kârı Devlet ile tüccarlar arasında paylaştırması idi. Bu sistem, özellikle eyâletlerde toplanan Devlet gelirleriyle başkentte toplanan vergilerin karşılıklı olarak aktarılmasında işe yarıyordu. Hiç kuşkusuz burada, faiz yasağıyla örtüşen ve “önceden belirlenmiş sabit bir kâr” değil, ancak “karşılıklı kâr-zarar” anlayışına dayalı ticarî bir ortaklık (mudârabe) söz konusudur.

1646. 7) “Allah yolunda (fi sebilillah)”: Bu deyim, İslâm uğruna yapılacak her türlü hayır işleri ve savunma ile ilgili işleri kapsamaktadır: Dul kadınlar ve yetimlere yardım edilmesi, okullara ve öğrencilere bağışlarda bulunulması, hastanelere ve camilere tahsisat ayrılması ve ordunun her türlü araç ve gereçlerinin temini, ülke savunması için bazı tesislerin kurulması vb. ile ilgili harcamalar.

1647. 8) “İbnu’s-Sebîl” (Sözcük anlamı: “yol oğlu”, yani yola çıkmış, yolculuk yapan kimse). Bu deyimden anlaşılması gereken, yolculuk halindeki yabancılara karşı misafirperverlik göstermektir. Herhangi bir şehir, kasaba ya da köyden geçen her yabancıya üç gün süre ile yiyecek-içecek verilmesi ve yatacak yer gösterilmesi, Müslüman toplumlarda gelenek haline gelmiştir. Daha kapsamlı düşünecek olursak, bu terim turist akımı içinde bir ülkeye gelen yabancıların yararlanacağı her türlü faaliyet ve çalışmaları kapsar: Yol, köprü ve konaklama tesislerinin yapım ve bakımı, yollarda güvenlik ve asayişin sağlanması, yolcular için sağlık önlemlerinin alınması vb. gibi.

1648. Kur’an’da, Devlet adına alınan vergilerin harcanacağı yerlerle ilgili olarak bu sekiz ana başlık gösterilmektedir. Oranları, tarifeleri ve hatta hangi dönemlerde tahsil edilecekleri önceden belirlenen ve zorunlu olarak Hükümetin gönderdiği görevli memurlar tarafından toplanan ve Beytu’l-Mâl’de saklanıp depo edilen, tahsilat sırasında ihmalkâr davranan mükelleflere karşı çok sıkı yaptırımların uygulandığı böyle bir vergiye “sadaka” deyip geçmenin haksızlık olacağı kanaatindeyim. Ne zekât ve sadaka terimlerinin etimolojik anlamları, ne de bu vergilerden yararlananlar arasında “fakir-fukarâ”nın bulunması, hakikatlere karşı gözlerimizi kapamamıza neden olmamalıdır: Kullanılan terimler, daha Resulullah (AS)’ın sağlığından başlamak üzere, İslâm’ın siyasal-toplumsal gelişimi sürecinde anlam değişikliklerine uğramışlardır; o dönemde bir Devlet olduğu doğrudur. Ancak zekât dışında Devletin Müslümanlardan aldığı başka herhangi bir vergi mevcut değildi. Öte yandan, zekât kişiye özel bir harcama da değildir. Nasıl hesaplanacağı ve kimlerin yararlanacağı, hatta bunun hangi dönemlerde ödeneceği, onu veren kişinin keyfine bırakılmamıştır.

1649. Bu hususların anlamına vakıf olabilmek için, “cihat” da dahil olmak üzere diğer bütün İslâmî kurumlarda olduğu gibi, zekâtı hem dinî hem de dünyevî bir ibadet olarak gören Muhammed (AS)’in Devlet anlayışını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Muhammed (AS), “ruhî-manevî değerler” ile “dünyevî-maddî değerleri” tek bir bütün halinde birleştirmek istemiştir. Ona göre, dünyevî-maddî görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi, rûhî-mânevî görevlerin yerine getirilmesi kadar önemli ve “Allah yolunda” olunduğunu gösteren çalışmalardır. Kur’an, yirmiden fazla ayette aynı cümleyi tekrarlayarak, şu iki yükümlülüğü birleştirilmiş ve aynı öneme sahip olduklarını vurgulamıştır:

“Namazı kılınız ve zekâtı ödeyiniz!” (Akîmû’s-salâte ve âtû’z-zekât)

Konuyu Devlet açısından değerlendirecek olursak, bu anlayışın faydası, Mümin-Müslüman vatandaşın bilinç ve vicdanına, herhangi bir denetleme olmaksızın, Hükümete vergisini ödeme yükümlülüğünü yerleştirmiş olmasıdır; zira zekât vermek, namaz, oruç ve Hac’la birlikte, dinin dört temelinden biri olup, Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

1650. Ayrıca, Muhammed (AS)’in nasıl bir siyasî dehâ ve yetenek örneği sergilediğine de işaret edelim: O, daha önce asla böylesine bir örgütlenmenin bulunmadığı, dolayısıyla kimsenin kimseye karşı kendisini yükümlü hissetmediği, Devlet’in gelir kaynaklarının çok düşük olduğu bir ülkede Devletini kurmuştu. Bir Bedevi’yi kendi ailesi ve kabilesinden daha geniş yapıya sahip bir topluluğa karşı görevlerini yerine getirmeye zorlamak, Devlet tarafından basit ve sert tedbirlere başvurmanın ötesinde yaptırımlar gerektiriyordu. Ayrıca bu tedbirler, sadece kendini düşünen, bencil ve başına buyruk yaşayan o Bedevînin yapısıyla yakından ilgiliydi. Bir insan topluluğu bir Devlete olduğu kadar, bir inanç sistemine de muhtaçtır; bunların her ikisinin de bulunmaması durumunda bu topluluk, dengesiz ve eksik olacaktır. Bu uyum ve dengeyi sağlamak için, Muhammed (AS), hem Devletin ve hem de bütün toplumun yararına, ödenen vergiye bile bir kutsallık, dinî bir özellik kazandırmıştır. Bu dünyevî görevi yerine getirmede ihmalkâr davranmak, İslâm’a göre hem günah, hem de Devlete karşı işlenmiş bir suç demektir. Dünyevî ve uhrevî yönden getirilen bu iki yönlü yaptırım, bir Müslümanın istisnasız bütün fiilleri için geçerli olup, İslâmî yasaların ve toplumsal kurumların düzeyi ile ilgili tam ve doğru bir anlayışa sahip olmak isteniyorsa, bu durum akıldan asla çıkarılmamalıdır.

Devlet Giderlerinin Yönetimi

1651. Devlet giderleri konusunda Kur’an’da yer alan bu temel prensipler, devamlılık arz eden ve önemi giderek artan toplumsal örgütlenme içerisinde göz ardı edilemezdi. Bu konu ile ilgili olarak, İmâm Muhammed eş-Şeybânî bize şu çok değerli bilgileri bırakmıştır:

“Bu konuda, Resulullah’ın, Benû’l-Mustalık ile girişilen savaşta ele geçen ganimetten Devlete ayrılan 1/5’lik payın (Hums) muhafazası işi ile ilgilenmek üzere, Mahmiyye ibn Cez’ez-Zubeydî’yi tâyin etmesiyle ilgili hadisini temel alacağız. Gerçekten de bu zat, Devlet hissesi olarak ganimetten ayrılan bu 1/5’lik hissenin idaresinde başkanlık yapmıştır. Devletin tahsil etmiş olduğu diğer vergiler Devlet Hazinesinde ayrı bir biçimde saklanıyordu ve bunlardan yararlanan özel bir kesim vardı. Düşman tarafından elde edilen ve fey’ adı verilen askerî gelirlerden yararlananlar ise ayrı bir grubu oluşturuyorlardı. Gerçekten de, kamu gelirleri üzerinden elde edilen vergilerden, Resulullah, yetimlere, yaşlı ve muhtaç durumda bulunan kimselere pay ayırırdı. (Böylece Devletten tahsisat alan) yetimler, ergenlik çağına gelip askerî seferlere katılma zorunluluğu ortaya çıkınca, “normal Devlet vergilerinden yararlananlar listesinden çıkarılarak, “askerî gelirler”den yararlananlar arasına dahil edilirlerdi. Ancak bu genç, savaşlara katılmak istemezse, kendisine verilmekte olan normal gelirler de kesilir ve geçimlerini kendilerinin sağlamaları emredilirdi” (Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, bk. 105. Bölüm: “Ganimetin paylaştırılması ve dağıtım işinden sonra Orduya katılanlar arasında kimlerin hak sahibi olduklarının belirlenmesiyle ilgili olarak bk. § 1978, Kahire yeni basım).

Burada, Halife Ömer’in daha sonra maaşlarla ilgili olarak kurmuş olduğu meşhur Divan’ı nasıl oluşturduğu görülmektedir.

Devlet Başkanının Harcamaları

1652. Resulullah (AS) henüz Mekke’de iken, kendi geçimini sağlayacak imkânlara sahipti. Medine’ye Hicret etmek zorunda kaldığında ise, kendisine tabi olan bazı zengin sahabeleri, sağmal develerinden bir kısmını onun emrine sundular, bazıları da bahçelerindeki hurma ağaçlarından elde ettikleri mahsulü ona tahsis ettiler;558 bir kısmı ise, zaman zaman kendi hazırladıkları yemeklerden ona da gönderirlerdi. H. 3. yılda, Muhayrık adında bir sahabe, Muhammed (AS)’e vasiyet yoluyla yedi hurma bahçesini bağışlamıştır. Benû’n-Nadîr Yahudileri Medine’yi boşalttıklarında, onlardan Devlet hissesine kalan arazi, Devlet Başkanının emrine tahsis edilmiş bir mülk haline gelmiş ve Resulullah’ı ziyarete gelen yabancı siyasî temsilci ve elçilerin ağırlanması ve diğer devlet harcamaları bu yolla karşılanmıştır. H. 7. yılda, Fedek bölgesi halkı kendi istekleriyle, buradan elde edilen ürünün yarısından vaz geçerek İslâm’a tâbi oldukları zaman, Muhammed (AS), bu toprakların gelirini kendi ailesi fertlerine tahsis etmiştir: Ailesi için gerekli harcamalar yapıldıktan sonra arta kalan miktar ise, Devlet Hazinesine aktarılmıştır.559 Vefatından sonra ise bu gelirlerin tamamı Devlet Hazinesine aktarılmaya başlanmış ve Muhammed (AS).’in aile bireylerine bunlardan herhangi bir miras kalmamıştır.

1653. Savaşta ele geçirilen ganimetler üzerinde, Resulullah’ın da savaşa katılmış olan herhangi bir savaşçı kadar hissesi bulunmaktaydı: Komutanın, ganimet üzerinde herhangi bir savaşçıdan daha fazla bir hakkı yoktu. Üstelik Muhammed (AS), zekât şeklindeki Devlet gelirleri ya da ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere Müslümanlardan toplanan yardımlardan, kendisinin, aile bireylerinin ve hatta kendi kabilesinin veraset nedeniyle müttefiki konumundaki Muttalib Oğullarının yararlanmalarının dinen haram olduğunu beyan etmişti.

Vergiler ve Bunların Tahsil Edilme Yöntemleri

1654. Henüz Hicretten önceki dönemde Müslümanlar, hayır hasenat işleri için mallarından ayırarak ihtiyaç sahiplerine verirlerdi. Ancak o döneme ait Devlet vergi ve harcamalarının tek merkezden yönetildiğine dair bir iz yoktur. Medine’ye Hicret ettikten sonra, Muhammed (AS) burada küçük bir Şehir-Devlet kurmuş ve yavaş yavaş bir Devlet bünyesinde yer alabilecek kurumlar vücut bulmaya başlamışlar, ortaya çıkan durumlar ve edinilen tecrübeler sayesinde gelişmişlerdir. Bu dönemde, Resulullah sahabelerini sürekli olarak hayır işlemeye ve sadaka vermeye teşvik etmiştir. Hatta rivayete göre bazı Müslüman kadınlar, onun bu tutumu karşısında, mücevher ve süs eşyalarını Resulullah’a tasadduk amacıyla vermişlerdir. Zira Resulullah (AS), daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece düzenli zekât vergilerini tahsil etmekle kalmamış, kendisine getirilen her türden tasadduk şeklindeki gönüllü bağışları da kabul etmiştir. Bilâl’in görevi ise, getirilen bu malları muhafaza etmek ve Resulullah’ın emirleri doğrultusunda bunların harcanmasına nezaret etmek idi.

1655. Git gide Resulullah, kendi yönetimi altına girmeye başlayan eyaletlere bilirkişiler göndermeye ve ziraat yapılan arazi ve bahçelerdeki ürünlerin miktarlarıyla ilgili tahmin yürütme çalışmalarına başlamış560 ve tahsil edilen vergilerin başşehre nakliyle görevli vergi memurları tâyin etmiştir. Hayvan sürüleri üzerinden vergi olarak alınan canlı hayvanlar, baskın ve gasp girişimlerinin hiç eksik olmadığı Devlete ait otlaklarda muhafaza edilmişlerdir. Bu sürülerin muhafazası sırasında Ebû Zerr’in bir oğlu da şehit edilmiştir.

1656. H. 9. yıldan itibaren, geniş topraklara sahip Arap Yarımadası’nda vergi tahsil işleri sağlam esaslara bağlanmıştı: Resulullah vergiye tâbi farklı “mal kategorileri”ni gösteren tarife listeleri düzenlemiş ve her bir bölge için ayrı vergi tahsildarları görevlendirmiştir. Bazen bu tahsildarlar kendi bölgelerinden seçilirken, kimi zaman da Medine’den gönderilmişler, ancak hepsi de görevleri ile ilgili olarak düzenli rapor vermekle yükümlü tutulmuşlardır.

1657. Bir gün bu tahsildarlardan biri topladığı vergilerle birlikte Medine’ye gelmiş ve Resulullah’ın huzuruna çıkarak, getirdiği mallardan bir kısmının Devlete ait olduğunu, kalanın ise kendisine “hediye” olarak halk tarafından verildiğini belirtmiş, bunun üzerine Muhammed (AS) onu azarlayarak şöyle sormuştu:

“Ananın evinde oturup kalsaydın, yine bu hediyeler sana gelecek miydi?”561

Resulullah (AS), maaşları devlet tarafından karşılandığı için, vergi tahsildarlarının halktan “hediye” adı altında herhangi bir şey almalarını yasaklamıştır.

1658. Elimde yeterli delil olmamakla birlikte bana öyle geliyor ki, ithal ticarî mallar üzerinden alınan gümrük vergileri sınır kapılarında değil, varış yerleri olan şehirlerde tahsil edilmekte idi. Örneğin, elimizdeki kaynaklara göre, Nabatlılara ait kervanlar Resulullah zamanında Medine’ye hububat getiriyorlar ve vergileri orada tahsil ediliyordu.

1659. Son olarak, zorunlu ama özel olarak ödenen bir başka vergiden daha bahsedelim: İslâm-öncesi döneme ait olan, ancak ayrıntılarını bilmediğimiz yıllık iki büyük bayramı yürürlükten kaldıran Resulullah (AS),562 bunların yerine biri Oruç ayı’nın sonundaki Ramazan Bayramı, diğeri ise Hac mevsimine rastlayan ve Mekke’nin yanı sıra bütün İslâm âleminde aynı günlerde kutlanan Kurban Bayramı olmak üzere iki ayrı dinî bayram (îd) ihdas etmiştir. Ramazan ayının son gününden sonra kutlanan Ramazan Bayramı’nda her Müslüman, belirli miktarda hububat ya da taneli gıdayı, oturduğu semtteki yoksullara vermek zorundadır. Klasik devirlerde yaşayan Müslümanlar, Sadaka-i Fıtır adı verilen bu yardımı, gayrimüslim komşularına, örneğin Hıristiyan keşişlere bile yaparlardı.563 Aynı şekilde, Kurban Bayramında (Îdu’l-Edhâ) bir koyun kurban edilerek, kurban sahibi kestiği kurbanın bir kısmını kendisi yer, geri kalan kısmını da (asgarî 1/3), fakir-fukaraya dağıtması gerekir. Resulullah (AS), bir hadisinde:

“Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse, bizim namaz kıldığımız yerlere (musallâ) yaklaşmasın.”

buyurmaktadır. Ancak Devlet, bu iki dini vecîbenin yerine getirilmesi konusunda Müslümanlara karışmaz.

Vergilerin Tahsil Edilme Dönemleri

1660. Ziraî ürünlerden alınan vergiler, her ürün kaldırıldıktan sonra ödenir; sıcak ve nemli bölgelerde yılda birçok kez ürün alınabilir. Ancak ticarî mallar, hayvan sürüleri, birikmiş paralar üzerinden yılda ancak bir defa vergi ödenir.

1661. İslâm’ın henüz başlangıç yıllarında Mekkeliler, Kamerî-Şemsî olmak üzere, nesi’ye (ay ekleme usûlüne) dayanan karma bir takvim kullanıyorlardı. Ancak Resulullah, H. 10. yılda, vefatından birkaç ay öncesine rastlayan Veda Haccı sırasında Arafat’ta irat ettiği Veda Hutbesinde, sadece Kamerî takvim esasına dayanan ve mevsimlerle örtüşmeyen bir sistem ortaya koymuştur. Necrânlı Hıristiyan topluluklarla yapılan anlaşma, vergilerin altı ayda bir olmak üzere yılda iki taksit halinde (daha açık bir ifade ile, yılın 2. ve 7. ayları olan Sefer ve Receb aylarında) tahsil edilmesini hükme bağlıyordu. Burada vergilerin dokuma ürünleri şeklinde ödenmesi söz konusu idi. Abdu’l-Kayslarla yapılan anlaşmada (bk. yukarıda § 672), bu kabilenin, vergi tahsildarlarının gelmelerini beklemeksizin, yağmur mevsiminin başlamasıyla birlikte hayvan sürülerini arazide dolaştırma hakkına sahip olduklarını görmüştük. Zira Resulullah (AS), bu kabilenin dürüst davranacağına güveniyor ve ziraî ürünlerin olduğu gibi hayvan sürülerinin de vergilerini dürüst bir biçimde ödeyeceklerini biliyordu.

1662. Bir başka deyişle, Güneş ve Ay takvimleri arasındaki farkları çok iyi bilen Muhammed (AS), doğa koşullarına bağlı ürün artışları ile el işçilerinin ürünlerini ya da tüccarların kazançlarını gayet açık bir şekilde birbirinden ayırmıştır. Üzerinde ziraat yapılan arazilerden elde edilen ziraî ürünlerin vergileri için Güneş takvimini; buna karşılık, Devletin diğer vergi gelirleri için ise, 11 gün kadar daha kısa olan Ay takvimini tercih etmiştir. Bu yeni uygulama sayesinde, her 33 yılda bir olmak üzere fazladan bir yıllık vergi geliri Devlet bütçesine kazandırılmış olmaktaydı (zira Ay Takvimi’ne göre, yıllık vergiler her 354 günde bir tahsil ediliyordu).

1663. Bu bölümü bitirmek üzere, ekonomik düzenle ilgili birkaç genel bilgiyi de aktaralım:
 

Similar threads

Üst Alt