İslâm’da Devlet Vergilerinin Ortaya Çıkışı

Cansu

Bismillahirrahmanirrrahim
Tem 11, 2014
525
Denizli
İslâm’da Devlet Vergilerinin Ortaya Çıkışı

1616. Göçebe kabileler arasında yaşanmakta olan anarşinin ya da az çok örgütlenmiş durumdaki küçük şehir-devletlerin yerini merkezî bir hükümetin alması, ülkenin iktisadî hayatını temelinden değiştirmiştir. Bu İslâmî Hükümet, kim olursa olsun en zengin bireylerin bile üstünde bir satın alma gücüne -ve satın alma ihtiyaçlarına- sahip olacaktı. Ancak özellikle üzerinde durulması gereken bir konu da, Resulullah (AS)’ın değişen koşullarla ortaya çıkacak olan yeni ihtiyaçlara cevap vermek üzere, maliye ve vergi politikalarında yeniliklere tamamen açık olması idi.

1617. Hicretten önce Müslümanlar, Mekke’de esasen örgütlü bir toplum oluşturmuşlardı. Topraktan ve araziden yoksun oldukları doğru idi. Ancak, bir Devleti meydana getiren ögelerin çoğunluğuna sahip idiler: Örneğin onların, aynı zamanda kanun koyucuları ve yargıçları konumunda bulunan ve her işte nihâî yetkiye sahip bir başkanları vardı. Ve bu insan topluluğu her gün çoğalıp genişlemekteydi. Devlet içinde Devlet denebilecek bir ortamda yaşayan Mekkeli Müslümanlar, her ne kadar Mekke Şehir-Devleti denilen asıl Devlet’in bünyesinde yaşıyorlarsa da, bu Devlete asla boyun eğmiyorlardı. Bu anormal durum, Müslümanların doğup büyüdükleri memleketi terk etmeleriyle son bulacaktır. Ancak biz, öncelikle Hicretten önceki dönemin koşullarından bahsedeceğiz.

1618. Örgütlü bir toplumun, en azından bireyler kadar ve hattâ onlardan daha fazla ihtiyaç duydukları şeyler vardır. Resulullah (AS), bunu daha ilk günden itibaren hissetmeye başlamış ve bu nedenle sahabelerini hayır işleyip sevap kazanmaya ve “Allah yolunda” servetlerinin bir kısmını, özellikle durumu iyi olmayan kimseler için harcamaya teşvik etmiştir.

1619. Hicretten önce nazil olan Kur’an ayetlerinde, kelime anlamı “artma, arındırma”, gerçekte ise “artarken arındırma” olan zekât terimi ile, yine kelime anlamı “iyilik, doğruluk”, gerçekte ise “dosdoğru ve sadık bir imanın göstergesi olmak üzere iyilik yapmak” demek olan tasadduk terimlerine oldukça sık yer verilmiştir. Bu terimler, henüz İslâm Devleti’nin kurulmadığı ilk dönemlerde, aslında sadakanın yerine kullanılmışlardır. Kur’an, Müslümanları iyi ve güzel işler yapmaya teşvik etmek için önceki peygamberlere göndermelerde bulunur ve böylece, “eski peygamberlerin yolundan gidenler böyle yaptıklarına göre, siz de onlar gibi yapın” demek ister. İşin daha da ilginç yanı, Kur’an’ın Mekke döneminde nazil olmuş âyetlerinde şu iki teknik deyimin kullanılmış olmasıdır: İnfâk536 fî Sebilillah (Allah’ın yolunda harcama) ve hak (hak ve aynı zamanda malî yükümlülük, vergi). Ben burada “hak” terimini içeren şu ayetlerin meallerini vermek istiyorum:

a) “Şüphesiz ki Allah’a isyandan sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünyada güzel davrananlardı: Geceleri pek az uyurlar ve seher vakitlerinde de Allah’a tövbe ve istiğfar ederlerdi. Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak (pay) vardı (Zâriyât: 51/15-19).

b) Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır; kendisine bir kötülük dokunduğunda sızlanıp feryat eder. Ona imkân verildiğinde ise pinti kesilir. Ancak şunlar öyle değildir: Namaz kılanlar, ki onlar namazlarında devamlıdırlar (ihmal göstermezler); mallarında, isteyene ve (istemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar.”(Meâric: 70/19-25).

1620. Bu ayetlerin nazil olduğu dönemde henüz bir zorlama ya da yaptırım söz konusu değildi; ancak bu âyetlerde sadece sadaka verme ve iyilikte bulunma gibi bir takım basit tavsiyelerin söz konusu olmadığı vurgulanmaktadır. Burada, kabul edilmiş, zorunlu ve belirli kurallara bağlanmış, herkesçe bilinen vergilerden söz edilmektedir. Şüphesiz burada, maddî bir yaptırım ve hatta bir vergi teşkilatı göze çarpmamaktadır. Medine’ye hicret edip burada bir Şehir-Devleti kurar kurmaz, Resulullah (AS), bir Müslümanın hayatının bu yönü üzerinde de giderek artan bir etki bırakacak olan Kur’ân âyetlerini almaya başladı. Kur’an, dünyaya malını, toplumun bekası ve devamlılığı için olmazsa olmaz (sine qua non) bir temel ve koşul olarak görmektedir.537 Bu arada zekât ve sadaka terimlerinin kullanılmasına devam edilmiş, ancak bunlarla ilgili hükümlere riâyet edilmemesi halinde bazı maddi yaptırımlar uygulanmış ve bunun sonucu olarak, Hicretten önceki dönemde “sadaka” niteliği taşıyan yardımlar devlet tarafından tahsil edilen vergilere ve düzenli kamu yükümlülüklerine dönüştürülmüştür. Klasik İslâm yazarlarının verdikleri bilgiler doğrultusunda kronolojik sıraya konulmuş olan bu konudaki birkaç ayeti inceleyelim:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir…”(Bakara: 2/177)

1621. Yukarıdaki âyette zekât vergisinin hasenat ve iyilik anlamına gelen ve zorunlu olmayan diğer ödemelerden ayrı tutulması oldukça dikkat çekicidir. Yine şöyle buyuruluyor:

“Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lûtfu geniştir. O, herşeyi bilir (…) Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın…”(Bakara: 2/261, 267)

1622. Yukarıda ise sınaî, ticarî ve ziraî kazançlar üzerinden alınan vergiler söz konusudur. Şu ayet de oldukça değişik bir konuya değinmektedir.

“(...) Allah, kendisine yardım edenlere mutlaka yardımını ulaştırır. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”(Hac: 22/40-41)

1623. Burada, Müslümanlar açısından Allah’a karşı görevler (namazlar) ile insanlara karşı görevlerin (vergiler), tıpkı ahlâk ve adalet kavramları gibi birbirlerinden asla ayrılmaz bir nitelik taşıdığı bir Devlet anlayışı göze çarpmaktadır. Hac sûresinin iniş sırası itibariyle Kur’an’ın 103. suresi olduğu kabul edilmektedir. İniş sırası itibarıyla sondan bir önceki, yani 113. sure olan ve bugün 9. sırada yer alan Tevbe Sûresi’nde de, Müslümanların parasal ve maddî yükümlülükleri ile ilgili açık ve net ifadelerin bulunması hiç de şaşırtıcı değildir.

“Ancak tövbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklarız. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” (Tevbe: 9/11-12)

1624. Bir inanç birliğine ve ortak bir dünya görüşüne (Weltanschauung) dayalı siyasal bir topluluğun, kendi bünyesindeki bireylerle herhangi bir çatışmaya gitmemesi gayet doğaldır. Bu ortak kimliğin en ayırt edici niteliklerinin “namaz kılmak” ve “zekât vermek” olduğuna da âyette açıkça işaret edilmektedir. Aynı surede yer alan iki önemli ayetten biri Devlet gelirlerine (vergiler vs.), diğeri ise Devlet harcamalarına değinmektedir:
 

Similar threads

Üst Alt