Yasama (kanun yapma) Çalışmaları

Cansu

Bismillahirrahmanirrrahim
Tem 11, 2014
525
Denizli
Yasama (kanun yapma) Çalışmaları

1492. Yürütme faaliyeti çok sâde bir biçimde yapılırdı: Gördüğü ya da bahsedildiğini duyduğu herhangi bir şey konusunda Resulullah (AS) bir emir verme ihtiyacı hissettiği zaman girişimde bulunarak gerekli emirleri verirdi; herhangi bir uygulamayı benimsiyor, bir başkasını değiştiriyor, bir başkasını ise yasaklıyor ya da yerine tamamen yeni bir uygulama getiriyor ve bu böylece sürüp gidiyordu. Bütün bu durumlarda onun yapmış olduğu yasama çalışması, birbirinden tamamen farklı üç sınıfa ayrılıyordu: 1. Ya kendi ağzından (ya da örneğin kişilerin eyâletlerde bulunmaları sebebiyle yanında bulunmadıklarında) bizzat bir açıklamada bulunuyor, ya o şeyi bizzat işliyor ya da ashabının bir şey yaptığını gördüğünde ses çıkarmıyordu. Bu sessiz onama ve bazı eski âdetleri hoşgörü ile karşılama, aynı zamanda İslâm hukukundaki kuralların bir kaynağını oluşturmaktadır.

1493. Resulullah (AS)’ın bu şekilde koymuş olduğu bir yasadan haberdar olanlar, bunu diğer insanlar arasında da yayıyorlardı. Ancak nâdir de olsa bazen yeni konulan bir yasanın bütün halka duyurulmasına bizzat özen gösterirdi. Örneğin, damadı Ali (RA)’yi H. 9. yılda Hac sırasında Mekke’ye gönderip bazı yeni hükümleri orada ilân etmekle görevlendirmiştir. Ali (RA)’nin, aralarında Ebû Hureyre’nin de bulunduğu özel memurları, zaman zaman kalabalıklar arasında dolaşarak bu ilanı yüksek sesle tekrarlamışlardır.

1494. Yeri gelmişken, İslâm’a göre insan hayatının bir bütün olduğunu hatırlatalım: Bu hayatın manevî, ibâdetlerle ilgili, toplumsal vb. çeşitli yönleri tek bir yasa kapsamında bir araya getirilmiştir. Kur’an, birçok ayetinde, her türlü otorite kaynağının Yaratıcımız olan Allah olduğunu tekrarlamaktadır.410 Allah dilediğine hükmeder;411 hükmünde hiçbir ortağı yoktur.412 Allah her türlü fiziksel idrâk ve algılamanın ötesinde olduğu için, onun yeryüzündeki Halîfesi olan insan, yani peygamber aracılığıyla, Allah insanlara kanunlarını bildirir ve bunların uygulanmasını sağlar.

1495. Kur’an, Müslümanlar için Allah’ın vahyedilmiş sözü, Muhammed (AS) tarafından müminlere iletilmek üzere alınmış bir ilâhî kanunlar bütünüdür. Bu Kitap, insan hayatının her yönüyle ilgili bir kanun ortaya koymuştur. Ancak, bu kutsal kitapta, hukukun tekâmülü ve uygulanan yasaların günün koşullarına uyarlanması öngörülmemiş olsa idi, giderek karmaşık bir hal alan bir toplumun değişen ve sürekli olarak artan ihtiyaçları karşısında yetersiz hale gelebilirdi.

1496. Şu halde Kur’an, her şeyden önce Resulullah (AS)’ı, ilahi emir ve kuralları belli bir olgunluğa eriştirmek için en üst merci olarak kabul etmekte ve şöyle söylemektedir:

“O, arzusuna göre de konuşmaz; o (bildirdikleri) vahy edilenden başkası değildir.”413

Ya da:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.”414

Anlam olarak bunlara benzeyen daha başka birçok ayet vardır. Bu açık ve kesin beyanlar olmasa bile, Muhammed (AS)’in Allah’ın Resulü olduğuna inanan birisi için, onu göndermiş olan Yüce Varlığın resmi elçisi olarak, getirmiş olduğu her şeye inanmak yine de çok tabii olurdu. Öte yandan, yirmiye yakın ayette, insana fert olarak düşünme, inceleme ve bizzat anlayıp idrâk etmesi emredilmektedir. Bazı ayetlerde ise:

“Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre (âlimlere) sorun.”415

buyurulmaktadır. Kuşkusuz, diğer bütün bilim alanlarında olduğu gibi, hukuk da özel bir bilim dalıdır; ve bu bilimi yorumlayıp geliştirecek ve ondan yeni kanunlar çıkaracak olanlar da ancak bu bilimin uzmanı konumundaki hukukçulardır. Tıbbî bir konuda bir şâirin görüşünün alınmayacağı gibi, mimarî ile ilgili bir konuda da, kendi sahasında uzman bir filozofa da soru sorulmamalıdır; hukuk ya da ilahiyatla ilgili sorunlarda da başka bilim dallarındaki kişilere, hele de sokaktaki bir insana danışılması çok sakıncalı sonuçlara yol açar. Kur’an bu konuya şu ayetlerle göndermede bulunur:

“Müminlerin hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”416

“Oysa onu Resûl’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi…”417

1497. Resulullah (AS)’ın yasama konusundaki uygulamaları, kendisinin aslında sadece bir ıslahatçı olduğunu ve kendisine tabi insanların eskiden beri uygulaya geldikleri ve değiştirip yürürlükten kaldırılmasına gerek duymadığı alışkanlıkları sürdürmelerine izin verdiğini bize göstermektedir. Bu durum, sadece ticaret vb. gibi dinî olmayan konularda değil, aynı zamanda ceza kanunları ve hattâ Hac gibi tamamen dinî konular için de söz konusudur. Bu âdet ve geleneklerden bazılarının İbrahim ve İsmail (AS)’in getirdiği “Şeriat”a kadar dayandığını, ancak bir kısmının ise daha yakın zamanlara ait olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, Resulullah (AS), İslâm öncesine ait ve putperestlikle ya da adaletsizlik ve haksızlıkla bir ilgisi bulunmayan uygulamaların sürdürülmesine izin vermiştir. Böylece bir eski uygulamalar “İslâm Şeriatı”na da girmiş oluyordu. Resulullah (AS)’ın bu hoşgörüsü, belki de aynı yöntemin daha sonraki dönemlerde de geçerli olmasına yol açmıştır. Yani herhangi bir gelenek ya da alışkanlık, müminler için her zaman için bir mihenk taşı olan Kur’an ve Hadis’e aykırı olmadığı sürece, tabiatı itibarıyla iyi ve –en azından mübah- şeylerdir.

1498. İşte Muhammed (AS)’in hayatına dair, oldukça anlamlı birkaç yaşanmış olay:

1499. a) Resulullah (AS), Muaz ibn Cebel’i hâkim olarak Cened’e tayin etmişti (Yemen’deki bu şehirde ona ait anıları günümüze kadar saklamış olan görkemli bir cami bulunmaktadır). Görev yerine gitmek üzere izin istemek için huzuruna geldiğinde, Resulullah (AS) ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

-Ey Muaz! Bir anlaşmazlık durumunda bunu nasıl halledeceksin?

-Allah’ın Kitabı’na (Kur’an’a) göre!

–Ya orada uygun bir hüküm bulamazsan?

–O zaman, Resulullah’ın Sünneti ile.

Muhammed tekrar sordu:

-Peki onda da bir hüküm bulamazsan?

- Kendi içtihadımla hükmederim.

Mu’âz’ın bu cevabı karşısında Resulullah (AS) çok sevinerek ellerini göğe kaldırmış ve şöyle dua etmiştir:

-Allah’a hamd ü senalar olsun ki Resulünün elçisini, Resulünün razı olduğu ve istediği şeye muvaffak kıldı.”418

Ve devesine binerek Medine’den yola çıkan Mu’âz’a, Resulullah (AS), hem kendisini onurlandırmak hem de son birkaç talimat (bk. İbn Hanbel, 6/235, 243, 244) vermek isteyerek, bir süre yaya olarak eşlik etmiştir. Bu emir ve talimatlardan bazıları şöyle idi:

“-Gösteriş ve şatafattan kaçın; zira Allah’ın gerçek kulları, gösterişli bir hayat sürmezler.” (İbn Hanbel, 6/243, 244.)

Mu’âz şöyle nakleder:

“Resulullah (AS)’a şöyle sordum:

-Şayet senin sünnet ve tatbikatına uymayan ve senin buyruklarına uygun hareket etmeyen bir takım başkanlarla karşılaşırsak, onlara karşı nasıl davranmamızı önerirsiniz?

Resulullah (AS) şöyle cevap verdi:

-Allah’a itaat etmeyene (yani Allah’ın emirlerine aykırı buyruklara) itaat yoktur.”(bk. Ebû Ya’lâ, İbn Hacer’in Metâlib’inden (No 2110) naklen; ayrıca bk. İbn Hanbel, 3/213.)

Hayber Yahudileri ile ilgili bölümün ek kısmında da belirttiğimiz gibi Resulullah (AS), Mu’âz’ın namuslu ve dürüst bir hayat sürmesini istemiş ve bu nedenle, tamamen istisnaî bir şekilde, onun Devlet Hazinesi’nden (Beytü’l-Mâl) bir miktar borç alıp bununla ticaret yapmasına izin vermişti. Gerçekten de Mu’âz, Yemen’de birçok yıl görevde kalarak zenginleşmiş ve Ebû Bekir halife oluncaya dek Medine’ye dönmemiştir. O zaman Ömer, kamu yönetimi bakımından pek hoş olmayan ve diğerlerine kötü örnek oluşturan bu ödünç alma uygulamasından vazgeçmesini Mu’âz’a tavsiye etmiş, o ise bu tavsiyeden son derece etkilenerek, bu yolla elde ettiği bütün kazancını, kıymetsiz bir deve kırbacına varıncaya dek Halife Ebû Bekir’e iade etmiştir. O da Mu’âz’ın bu hareketinden çok duygulanarak, aldığı para ve malları Hükümetin bir hediyesi olarak ona geri vermiştir. Artık bu idarî görevlerden bıkan Mu’âz, gönüllü olarak askerî seferlere yazılmış ve Suriye’ye giderek bir süre sonra burada vefat etmiştir (bk. İbn Hacer, Metâlib, Nº 1389-1390, İbn Râhûye ve Abdurrezzâk’dan naklen; Beyhakî, Sünen-i Kübrâ, 6/48).

1500. b) Resulullah (AS) şöyle buyurmuştur:

“Hanımları henüz çocuklarını emzirdiği sırada, erkeklerin onlara yaklaşmalarını yasak etmeyi arzu ediyordum. Daha sonra Rumların ve İranlıların böyle yapmadıklarını ve bunun çocuklara bir zararı olmadığını görerek, bu düşüncemden vaz geçtim.”419

Aşağıdaki hadis ise daha anlamlıdır:

1501. c) Muhammed (AS) Medine’ye gelince, halkın çiçek açma döneminde hurma ağaçlarına sunî döllenme uyguladıklarını gördü. Bu durum, onun edep ve haya duygularına ve toplumsal ahlâk anlayışına ters geldiğinden, böyle yapmamalarını önerdi. Daha sonra, bu uygulamadan vazgeçilmesi nedeniyle çok düşük miktarda ürün elde eden üreticiler gelip bu durumdan şikayetçi olunca, Resulullah (AS) şöyle buyurdu:

“Nasıl alışmışsanız öyle yapınız; siz bu dünya işlerini benden iyi bilirsiniz.”420

1502. d) Resulullah (AS) bir gün şu açıklamada bulundu:

“Hakim karar verirken bazen yanılır, bazen doğru karar verir. Doğru karar vermişse Allah katında kendisine iki kat sevap vardır ve eğer yanılırsa, yine de o (gösterdiği iyi niyetli çabasından dolayı) bir sevap kazanır.”421

1503. Herhangi bir konudaki uzman ve mütehassıs kişiler bile yanılabildiklerine göre, herhangi bir yetkilinin, kendisinden önceki bilim adamlarının görüşlerine karşı çıkması ve sorunlara daha iyi çözümler getirmeye çalışması gayet doğaldır. Bu, sadece eski fıkıh bilginlerinin kişisel görüşleri için değil, aynı zamanda herhangi bir dönemde birçok hukukçunun oybirliğiyle almış olabileceği kararlar için de geçerlidir: Aralarında büyük fıkıhçı Pezdevî’nin de bulunduğu birçok bilgin, sonraki döneme (Müteahhirîn) ait bir icmâ’ın önceki dönemlerde alınanın yerine geçebileceğini belirtmektedirler.

1504. Hukukçunun kanaatleri, Kur’an ve Hadis’in tefsirine dayanır. Tefsirler birbirlerine göre farklılık gösterebilir ve koşullar değişebilir. Resulullah (AS)’dan başka herkes yanılabileceğine (en azından Sünnî Müslümanlar böyle düşünmektedirler) göre, eski fıkıhçıların kıyas yoluyla vardıkları sonuçların yine fıkıhçılar tarafından gözden geçirilmesi, Kur’an ve Hadis açısından bir sakınca doğurmaz. Bu kıyas ve yorumlamaların bizzat Kur’an ve Hadis’te yer alan talimatlara uygun bir biçimde yapılmış olması yeterlidir.

1505. Kur’an’a ve Resulullah (AS)’ın sünnetine dayanarak ortaya konan delillerin hukuksal karakteri üzerinde son birkaç kelime daha söyleyelim: İslâm hukukunun bu iki temel kaynağında belirtilmiş bulunan her şey, taşıdığı önem ve kapsadığı yer bakımından hep aynı düzeyde olmamıştır; zira, gerçek Kanun Koyucu (Allah) tarafından kullanılan terimler, ele alınan konunun durumuna göre farklılık arz etmektedirler. Buradan hareketle, Müslüman fıkıhçılar şöyle bir genel teori geliştirmişlerdir: Onlar, her türlü kuralın Hayır ve Şer’i temel aldığını söylerler: şayet bir şey hayır ise onu zorunlu olarak yapmak gerekir. Eğer şer ise, ondan da kaçınmak gerekir; karışık durumlarda eğer iyilik (hayır) tarafı daha ağır basıyorsa, bu şeyin yapılması tavsiye edilir; kötülük (şer) tarafı baskın ise kaçınılması önerilir; hayır ve şerrin eşit göründüğü kuşkulu durumlarda ya da ne hayır ve ne de şerrin görünmediği durumlarda ise, duruma göre bir tercihte bulunmak kişiye bırakılmıştır: Öyle ki, aynı kişi, şeriatı çiğnemeksizin, bir defasında yaptığı bir hareketi başka bir sefer yapmaktan kaçınabilir. Kur’an’da ve hadîsi şeriflerde, yapılması ya da kaçınılması kesin olan emir sayısı son derece sınırlıdır. Allah’a îman, namaz, oruç, hac ve zekât vergisi ile ilgili kuralları değiştirmek için yeni bir yasa koymak ise kesinlikle söz konusu olamaz; bunlar bir müslüman için daima zorunlu (farz) ibadetler kapsamında kalacaklardır. Aynı şekilde, adam öldürme, zina, başkasının malını gasp etme gibi şeyler de daima haram olarak kalacaklardır. Yapılması tavsiye edilen (hasen) ya da önerilmeyen (mekruh) fiiller konusunda ise, içinde bulunulan koşullara göre, kanun koyucu, herhangi bir kuralı geçici olarak askıya alabilir. Beşinci kategoriyi oluşturan ve insan fiillerinin çoğunluğunu meydana getiren, ne iyi ve ne de kötü denebilecek (mubah) fiilleri düzenlemek için ise, yasama mercii haydi haydi ve öncelikle bu konuda yetkili makamdır. Böylece, sistemin ne denli esnek olduğu ve onun samimi ve inanan insanların meşru ihtiyaçlarına nasıl uyarlanabilir nitelikte olduğu görülmektedir. Müminlerin, İslâm Fıkhı’nda uzmanlaşmamış ve aşağılık kompleksi içinde bulunan ya da pek dürüst ve şerefli amaçlar peşinde koşmayan kişilere itibar etmelerine ve onların yolundan gitmelerine ise kesinlikle izin verilmemiştir.

1506. İçinde bulunulan koşulların değişmesi ve şer’î kuralların bunlara göre uyarlanabilirliği meselesine gelince: Herkes şunu kabul etmekte hemfikirdir ki, herhangi bir yetkilinin vermiş olduğu emir ya da talimat, bir üst konumdaki başka yetkili tarafından değiştirilebilir ya da tamamen yürürlükten kaldırılabilir. İslâmî esasların uygulanmasında belli bir hiyerarşi vardır: Fıkıh bilgininin bireysel görüşleri, bu fıkıhçıların ortak görüşü (icma), Resulullah (AS)’ın sünneti ve Allah’ın ayetleri. Bir fıkıhçının bireysel görüşü, onun çağdaşı olan ya da daha sonra yaşamış bir başka hukukçu tarafından tartışılıp eleştirilebilir. Bu imkân, Kıyamet’e kadar geçerli olacaktır. Aynı şekilde bir icmâ’ın başka bir icmâ ile, bir peygamber buyruğunun bir başka gerçek peygamber buyruğu ile ya da onun getirmiş olduğu sünnet ile (İslâm inancına göre Muhammed AS, peygamberlerin sonuncusu olup, kendisinden sonra yeni peygamber gelmeyecektir) ve ilâhî bir hükmün bizzat Allah tarafından değiştirilmesinde (nesh) de aynı durum söz konusudur. Demek ki, sıradan bir fıkıhçı, bırakın Allah’ın koymuş olduğu ilahi bir hükmü, Resulullah (AS)’ın bir sünnetini bile değiştiremez ve böyle bir şeye kalkışmamalıdır da.

1507. Sorunun bir başka yönü de, Resulullah (AS)’ın vahiy olayında nasıl bir rol üstlendiğidir. Müslümanlar arasında Kur’an’ın birçok ayetine dayanarak benimsenen görüşe göre, (örneğin, Enfâl: 8/68), vahiy Muhammed (AS)’in ihtiyaçları doğrultusunda gelmezdi; Resulullah (AS), kimi kez kendi kanaat ve sağduyusu doğrultusunda çaba sarf edip muhakeme yapmak durumunda kalıyor ve bazen de Allah, onun bu görüşünü desteklemeyerek, Resulünün hatası yüzünden toplumun bir kusur ve günah işlememesi için, derhal onun bu kararını nesh edip yürürlükten kaldırmak üzere bir vahiy gönderiyordu. Demek ki Resulullah (AS)’ın şahsında, biri kendisine vahiy gönderilen peygamber –ve dolayısıyla yanılmazlık ve hata işlemekten uzak olma (ismet)-, diğeri ise fani ve beşerî bir kul olmak üzere iki özellik mevcut idi. Eğer vahiy gelmemesi durumunda Muhammed (AS)’in ortaya koyduğu kişisel görüş ya da uygulama daha sonra Allah tarafından nesh edilmemişse bu, Allah’ın bu kararı uygun gördüğünü gösterir. Böylece, Muhammed (AS)’in Allah tarafından nesh edilip yürürlükten kaldırılmamış her türlü görüş ve uygulaması (sünneti) Kur’an ile eşdeğer hale gelir. Zira, Kur’an’ın ifadesine göre (Necm: 53/3-4), Muhammed (AS) hiçbir zaman kendi hevâ ve hevesine göre değil, ancak kendisine vahyedilen bir vahye dayanarak konuşur. Bununla birlikte Muhammed (AS), aldığı bütün vahiyleri Kur’an’a sokmuyordu. İşte, vahy-i metlû (insanlara okunup açıklanan vahiy) ile vahy-i gayri metlû (okunup açıklanmamış vahiy) arasındaki farkı buradan kaynaklanmaktadır. Sadece vahy-i metlû (yani namazlarda okunan vahiy) kapsamındaki ayetler, baştan sona ve bir bütün olarak Kur’an metnine dahil edilmişlerdir. Gayri metlû denilen vahiyler ise Hadisleri oluştururlar. Sonuç itibarıyla, Resulullah (AS)’ın sağlığında ve onun ashabına göre Kur’an ile Hadis arasında kesinlikle hiç bir ayrım gözetilmiyordu. Ancak bu ikisinin yazıyla tespit edilip bir araya getirilme yöntemleri aynı olmadığı için, Muhammed (AS)’den sonraki devirlerde, hadislerin doğruluğunu kanıtlama sorunu ortaya çıkmıştır: Eğer bir hadîsin doğru yani sahih olduğu kanıtlanırsa, bunu Resulullah (AS)’ın dolayısıyla da bizzat Allah’ın emri olarak benimseyip, emir (farz), yasaklama (haram) ya da tavsiye (mübah) niteliğinde olmasına göre uygulamak gerekecektir.

1508. Fıkıhçıların başvurduğu içtihat, yani dinî hüküm çıkarma işlemi, iki durumda söz konusu olabilir: Ya Kur’an ve Hadis’te ilgili konuya yer verilmeyip sessiz kalınmıştır, veya Kur’an ya da Hadis’te yer alan ifadeler çeşitli yorumlara açık bırakılmıştır. Kur’an ve Hadis çerçevesindeki temel hukuk kurallarına dokunulamaz ve hiçbir hukukçu tarafından değiştirilemez. Ancak, yanılma olasılığı olan insanların yapmış olduğu açıklama ve yorumlar ise beşerî olup tartışmaya açıktırlar ve başka fıkıhçıların yorum ve tefsirleri zaman içerisinde bunların yerini alabilir. Her Müslüman, Allah katında izlenmeye en yakın ve en makul gördüğü ve genel olarak toplumun çıkarlarına en iyi hizmet edebileceğine inandığı din bilgininin görüş ve düşüncelerini izlemekte serbest olacaktır.

1509. Din’in, vahy edilen, yani Allah tarafından gönderilmiş, ilahî bir özellik taşıması ve insan elinden çıkmamış olması gerekir (İslâm’a göre kanunlar dinin bir parçasıdır). İlâhî kanunun zamana ve günün koşullarına göre değişmesi gerektiğini ya da değişebileceğini söylemek, İslâm dininin de insan elinden çıkmış bir sisteme dönüşme riskini beraberinde getirecektir. Hulefâ-i Râşidîn tarafından ikinci derecede kalan bir çok konuda bazı düzenlemeler yapıldığı olmuştur. Ancak her olayın diğerlerinden ayrı ve bağımsız olarak değerlendirilmesi ve Allah’ın emir ve buyruklarında insan eliyle bir değişikliğe gidilmemesi gerekir. Bu noktada Resulullah (AS)’ın eyâletlere gönderdiği vali ve hâkimlere vermiş olduğu şu talimatı bir kez daha anımsatalım:

“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; ve bir Müslümanı dininden soğutacak şekilde hareket etmeyiniz.”

1510. İslâm Hukukunun gelişmesi konusunda Muhammed (AS)’in bizzat almış olduğu önlemler, bu hukuk sistemini her çeşit bozulma ve kokuşmanın kötü etkilerinden koruyup, onu bütün canlılık ve bütünlüğü içinde sürdürecek niteliktedirler.
 
Üst Alt