Kamu Görevlerinin Yerine Getirilmesi

Cansu

Bismillahirrahmanirrrahim
Tem 11, 2014
525
Denizli
Kamu Görevlerinin Yerine Getirilmesi

1515. Önceki bölümde, her yönüyle Medine’de Resulullah (AS) tarafından oluşturulan Devlet anayasası hakkında bilgiler vermiştik. Adalet, maliye, savunma, dış ilişkiler vb. gibi farklı yönetim birimlerinin işleyişini ayrıntılı olarak ele almadan önce, belki de genel olarak kamu görevlerinin ana hatlarının belirlenmesi ve bu görevlere getirilecek insanların seçiminde nasıl bir yol izlendiğinin belirlenmesi daha uygun olacaktır.

1516. İnançlarıyla ilgili değişmez kurallarda olduğu gibi, bunların ibâdetleri sırasında uygulanmasıyla ilgili olarak Müslümanların en büyük şansı, kamuya ait görevlerinde de bizzat Peygamberleri tarafından yönetiliyor olmalarıydı. Zira Muhammed (AS), yalnızca dinini tebliğ eden bir peygamber değil, aynı zamanda en yüksek başkan olarak yönettiği İslâm Devleti’nin kurucusu idi. Bu durumda kendisi, Dâvud ve Süleyman peygamber örneklerinde olduğu gibi, hem bir Resul, hem de bir hükümdar idi. Şu konu üzerinde daha fazla durmanın bir anlamı yoktur: Er ya da geç, güçlü bir toplum, -ister kendi dinini kabul etmiş bir hükümdarın yönetiminde, isterse daha önceden bir dini benimseyerek savaş ya da bir başka yolla bir Devlet kurmuş olsun- kendisine ait bir Devlet sistemini oluşturacak ve dininin öngördüğü temel eğitim kapsamında, hükümdar ya da yöneticisinin kamu hukukuyla ilgili emir ve talimatlarını araştırma yoluna gidecektir. Benimsediği inanç sisteminde bu tür kuralları bulamadığı takdirde, bu önemli sorunun üstesinden gelmek için müşrik ve putperestçe uygulamalara yönelmek zorunda kalacaktır ki bunlar genellikle bencil ve ancak bir peygamberin gönüllere nakşedebileceği insanlık anlayışından uzak yaklaşımlardır. Kur’an, İncil’de geçen (Markos, 12/17; Luka, 20/25) “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Allah’ın hakkını Allah’a veriniz”, ya da İsa’ya gönderme yaparak kullanılan “Benim krallığım bu dünyada değildir” (Yuhanna, 18/36) gibi Kilise ve Devlet’in birbirinden ayrılmasını gerektiren ilkelere yer vermez. Zira İslâm’da her şey Allah’a aittir ve Kur’an sadece: “Bize Ahirette olduğu gibi, bu dünyada da iyilik ve hayır ver” (Bakara: 2/201) idealini öğretmekle kalmaz, hatta Resulullah (AS)’a kendi lutfu ile hem Mülk’ü (hükümdarlığı) hem de Hikmet’i (bilgece yönetim) verdiğini söyleyecek kadar ileri gider:

“Yoksa onlar, Allah’ın lutfundan verdiği şeyler için insanlara (Müslümanlara) haset mi ediyorlar? Oysa biz, İbrahim soyuna (Müslümanlara) Kitab’ı ve Hikmet’i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bağışladık.”426

Bir Peygamberin işlevi, bir hükümdarın işlevinden çok da farklı değildir; aksine, eğer bir peygamber aynı zamanda gönderildiği toplumun hükümdarı olma gibi bir görev üstlenmişse, maddî-dünyevî ve manevî-ruhî ihtiyaçları bu dünyaya ait hırs ve çıkarlardan arınmış bir başkan tarafından gözetilip sağlanan bir toplum için bundan daha güzel ne olabilir?

Kamu Görevlerinin Başlangıçtaki Durumu

1517. İslâm’ın Mekke’de ve bu şehrin bir Şehir-Devlet yapısına sahip olduğu ve din olarak da putperestliği benimsediği bir dönemde ortaya çıktığını görmüştük. Bu şehirde, kendilerine özgü idarî yapıları olan kabilelerin yanı sıra, şehrin tamamını ve orada oturanları da içine alan merkezî bir yönetim yapısı bulunmaktaydı. Şehri oluşturan kabileler içinde, özellikle Resulullah (AS)’ın mensubu bulunduğu kabilede başkan, ölünceye dek görevde kalırdı. Bir oğulun başkan olan babasının yerine tevarüs yoluyla geçmesi zorunlu değildi: Kabilenin akıllı, cesur ve tabii ki zengin olan her üyesi bu göreve gelebilirdi. Başkanlık, bazen o kabileye mensup kimselerin seçimiyle, bazen de önceki başkanın vasiyet yoluyla tayin etmesi şeklinde belirlenirdi. Bu kabile başkanı, savaş zamanlarında ordu komutanı, barış zamanında ise hakem-hâkim olarak görev yapardı. Bunun dışında, her kabilenin, aynı zamanda “kabile meclisi” olarak kullanılan bir toplantı yeri (Nâdî) vardı.

1518. Daha önce gördüğümüz gibi, şehir hayatı ile ilgili sorunların çözümünde oligarşik bir yapı söz konusu idi. Bu sistemde, Mekke’de ikamet eden ve tevarüs yoluyla işbaşına gelen on önemli kabilenin başkanları, kendilerine düşen görevleri otomatik olarak üstlenmekte ve aynı zamanda “Devlet Konseyi”ni teşkil etmekteydiler.

1519. İslâm’ın gelişip ilerlemesi tedricen olmuştur. Ashabının gözünde, Resulullah (AS), din, yasama, yürütme, adaletin sağlanması, ibadetler vb. konusundaki tüm yetkileri kendi elinde toplamıştı. Putperest bir toplumdan çıkmış olan Tek Allah inancına sahip Müslümanlar, başlangıçta Mekke’de zorunlu olarak Devlet içinde Devlet oluşturuyorlardı. Çünkü içinde yaşadıkları toprakların Medine Şehir-Devleti sınırlarını aşarak bir başkent haline geleceği Medine’ye henüz hicret edilmemişti. Mekke dönemi ile ilgili olarak söylenebilecek fazla bir şey bulunmamaktadır. Ancak, görüldüğü kadarıyla, özellikle Kur’an ayetlerini yazıp çoğaltmaya çalışan gönüllü kâtipler vardı. Resulullah (AS) Medine’ye gelir gelmez, kendisinin bizzat üstlenemeyeceği birçok kamu görevi için atamalar yaptı: Müttefik kabile başkanları, elçiler, askerî sefer komutanları, eyalet valileri, hakim ve yargıçlar, bölge bölge gezen eğitici öğretmen ve müfettişler, vergi tahsildarları, gümrük ve zabıta denetçileri, imam, müezzin, Mekke’deki Hac işlerini sevk ve idare edenler vb. gibi. Kendisinin valilere, komutanlara ve özellikle hâkimlere verdiği talimatları içeren belgeler günümüze kadar muhafaza edilmişlerdir.427

Sürgündeki Hukûkî Hükümet

1520. Muhammed (AS)’in hayatını inceleyen bir okuyucu, O’nun Medine’deki bu sürgün döneminde, Mekke’deki hukukî (de jure) hükümetin başkanı olduğu, fiilî (de facto) hükümetin ise oradaki putperestlerin elinde olduğu izlenimini edinecektir. Zira, daha önce de işaret etme fırsatı bulduğumuz gibi, Resulullah (AS), kendi sancağını, Mekke’de iken veraset yoluyla sancaktarlık görevini üstlenmiş olan bir Mekkeliye vermişti. Aynı şekilde, tevarüs yoluyla elçilik yapma (Sifâre) görevini elinde bulunduran ve artık İslâm’ı kabul etmiş olan Ömer’e, Medine’de yabancılarla yapılan görüşmelerde elçilik yapması için öncelik tanımıştır. “Hâlid ibn Velîd de İslâm’ı kabul ettiği zaman, Resulullah (AS)’ın süvari kıtaları komutanlığına tâyin edilmiştir.” (Kâ’be muhafızlığı vs. gibi sadece Mekke’de yapılabilecek görevleri burada tartışmayacağız. Ancak fetihten sonra Mekke, İslâmi yönetim altına girdiğinde, Resulullah (AS) bu görevlerin mümkün olduğu kadar yine önceki ailelerin elinde kalmasına özen göstermiştir.) Hattâ denilebilir ki, sürgündeki Müslümanlar, Kur’an’ın emri doğrultusunda Mekke Şehir-Devletinin hukukî hükümetini oluştururken, Müşrikler, bizzat Şehir-Devlet içinde yaşayan kimseler olarak hükümeti fiilen (de facto) ellerinde bulunduruyorlardı. Zira Kur’an’ın bir ayetinde şöyle denilmektedir:

“Onlar Mescid-i Haram’ın mütevellileri olmadıkları halde (müminleri) oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın mütevellileri takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.”428

Kamu Görevleriyle İlgili Örf ve Âdetler

1521. Müslümanların da kamu görevlerini üstlenebileceği düşüncesini, bu sorunu ele alan Kur’an ayetlerinde görmek mümkündür. Kur’an, İslâm’dan çok önceki dönemlerde Devletin işleyişiyle ilgili birçok uygulamadan bahsetmiş ve önceki uygulamaların, adaletsizliğe yol açtıkları için Kur’an tarafından yürürlükten kaldırılmamışlarsa, İslâm için de geçerli olacaklarına işaret etmiştir. Daha önce bu konuyu özel bir bölümde ele almıştık. Bu örnekler arasında Hâmân’ın Firavunun emirlerini yürürlüğe koyan bir bakan olduğunu, Yûsuf’un ise, Devlet hazinesinin yönetiminden sorumlu olup, genel olarak Mısır’ın malî işleri ve ekonomik sorunlarıyla ilgilendiğini (bk. Yûsuf: 12/55), Saül’ün (Tâlut) ise bir Peygamberle birlikte ve onun hemen yanında bir hükümdar olarak atanmış olduğu ve hatta kendisinin, Kur’an’ın ifadesiyle “ilimde ve bedende (siyasi ve askerî bakımdan) diğer insanlara göre daha üstün niteliklerle donatıldığı (Bakara: 2/247), Musa (AS) zamanındaki Firavun’un ve Süleyman (AS)’ın çağdaşı olan Saba Melikesi’nin “danışma meclisleri” olduğu gösterilebilir.

Yeni Girişimler

1522. Yerinden yönetim ve dolaylı idare gibi yöntemler temel kural gibi gözükmektedirler. Medine Şehir-Devleti, federal olmaktan çok konfederal bir yapıya sahip olup, burada merkezî bir yönetimin aranmaması gerekir. Daha Hicret’ten önce Akabe Biatleri’nin yapıldığı sıralarda Medinelilerin henüz siyasal bir topluluk olarak ortaya çıkmaları söz konusu değilken, Medine’de İslâm’ı kabul eden halkın gündelik işlerini takip etmek üzere, Resulullah (AS), Nakîpler ve bir de Nakîbu’n-Nukabâ tayin etti. Resulullah (AS) henüz Medine’ye hicret etmediği için, Mekke’de bir tek eyâletin bulunduğu göz önünde tutularak, Nakîbu’n-Nukabâ’nın, yetkilerini aşan konularda her bir Nakîb’in ya da kabile başkanının kendisine baş vurabileceği ve buna mecbur olduğu bir hükümdar vekili ya da bir vali olduğu düşünülebilir.

1523. Bu uygulama daha sonra da devam etmiş ve her bir yeni kabilenin üyeleri İslâm’ı kabul ettikçe Resulullah (AS) bunlara kendi vekili sıfatıyla, bir başkan tayin etmiştir. Merkezî Hükümet, ihtiyaç duyduğu zaman müdahale hakkını mahfuz tutuyordu; ancak her kabile yönetimle ilgili konularda ilke olarak özerk idi: Sadece kabile başkanını atama yetkisi Merkez’in elinde bulunuyor ve çoğunlukla Resulullah (AS) tarafından, iktidarının işaret ve sembolü olarak bu başkana bir bayrak veriliyordu.

1524. Kabile başkanı, kendisine uygun bütün iktidar ve yetkileri elinde topluyordu: Kabile mescidinin imamlığını yapıyor, kabile mensupları arasında çıkan anlaşmazlıklarda hakemlik ediyor ya da askerî bir sefer sırasında, Baş komutanla (Resulullah ya da onun vekili ile) doğrudan temas kurarak kendi kabilesinin oluşturduğu birliklere komuta ediyordu. Merkezî hükümetin göndermiş olduğu vergi tahsildarları da yine onun aracılığıyla mükelleflerle temasa geçiyorlardı. Kısacası o, hem kendi kabilesinin idarî yöneticisi ve hem de gerek kendi adına ve gerekse bütün kabile mensupları adına sadakat ve itaat yemini verdiği Devlet Başkanının naibi idi. Ayrıca bu Başkan, kendi emri altında çalıştıracağı kişileri de tam bir serbesti içinde seçerdi.

1525. İslâm’ı kabul etme vb. şeklinde ülkeye yeni katılan yerlerin idari bakımdan örgütlenmesi böylece daha kolaylaştırılmış oldu. Devletin bütünlüğü içerisindeki bu tür bölünmeler pek bir rahatsızlığa yol açmıyordu. İki kardeş hükümdar tarafından yönetilen Umân, İslâm’a katıldığında, her iki başkanın sahip olduğu imtiyazlar Müslüman olduktan sonra da ellerinde bırakılmış ve Resulullah (AS) onlar nezdinde bir müşavir temsilci göndermekle yetinmiştir. Necrân’ın Hıristiyan olarak kalmasına izin verilmiş, ancak buraya Müslüman valiler gönderilmesine özen gösterilmiştir. Yemen’de ise özellikle karmaşık bir yönetim ortaya çıkmıştı: Yerinde bırakılan eski kabile başkanlarının yanı sıra, Medine’den gönderilmiş yüksek devlet memurları, Amr ibn Hazm adında bir Genel Vali, bölge valileri ve ayrıca kadılar bu yönetimde görev almışlardı. Mu’âz ibn Cebel halkın genel anlamda eğitim-öğretim işlerini denetlemek üzere bölgeden bölgeye dolaşıyordu. Kısacası, çeşitli yönleri olan bir yönetim anlayışı ve her bölgenin kendisine özgü bir yönetim şekli söz konusu idi. Zira göçebe hayatı süren bir kabilenin ihtiyaçları, meskûn bir şehrin ihtiyaçlarıyla aynı olamazdı. Küçük devletçiklerin ve eski krallıklara özgü adet ve geleneklerin bulunduğu bölgelerde karmaşıklık ister istemez büyüyordu. Devlet sınırları ne denli hızlı bir biçimde yayılırsa, bu karmaşıklık da o denli büyük olmaktaydı. Nitekim Medine’nin başkentliğinde İslâm Devleti, Resulullah dönemine rastlayan ilk on yılda 3 milyon km2’ye ve 25 yıl süren Hulefâ-i Râşidîn döneminin sonunda asgarî 10 milyon km2’ye ulaşan, Endülüs’ten Doğu Türkistan topraklarına kadar üç kıtaya yayılmış bir ülke haline gelmişti.

1526. Başlangıçta tesadüfi ve geçici imkânlarla yetinmek zorunda kalınmış, ancak Resulullah (AS), tedricen sınırları çok iyi belirlenmiş bir kamu yönetimi oluşturmayı başarmıştır. El-Huzâî (öl. H. 789), Tahricu’d-Delâlâti’s-Sem’iyye âlâ mâ kân fi’ahd Rasulillah mine’l-Hıref ve’s-Sinâ’ât ve’l-Amâlâti’ş-Şer’iyye (yay. Tunus) adlı kapsamlı eserinde bu konuyu ele almıştır. Eserin başlığı şu anlama geliyordu: “Resulullah dönemindeki meslekler, zanaatlar ve kamu görevleri ile ilgili belgelere dayalı referanslar.” Abd’ul-Hayy el-Kettânî’nin bu esere yazmış olduğu et-Terâtîbu’l-İdâriyye adlı iki ciltlik şerh (yay. Rabat), burada özetlenemeyecek kadar zengin bilgiler kapsamaktadır.

1527. Resulullah (AS)’ın çevresinde, Kur’an’ın yazıyla tespit edilip yayılması gibi yasamaya yönelik ihtiyaçların yanı sıra, idarî işlerde görevlendirilmiş çok sayıda kâtip bulunmaktaydı. Karşılaşılan malî sorunlar çok sayıda insanın çalıştırılmasını gerektiriyordu (bk. Mes’ûdî, Tenbih, s. 282-283). Kaynaklarda sık sık Resulullah (AS)’ın bazı aynî ya da nakdî harcamalar için Bilal’e emirler verdiğinden bahsedilir. Bu nedenle, onu Devlet Hazinesi’nin (Beytü’l-Mâl) muhafızı olarak değerlendirmek mümkündür. Düzenli vergiler için, savaşlarda ele geçirilen ganimetler için ve Devletin diğer vergileri için, bunların hem toplanmasında hem de harcanmasında ayrı ayrı memurlar görevlendirilmiştir. Her an savaşa gitmeye hazır vaziyette bekletilen askerlerin maaşları için kusursuz bir tazminat sistemi oluşturulmuştu; zira bir aile reisinin askerî sefere çıkması halinde, kendisi yokken bile geride kalan aile mensupları bu hükümet yardımından yararlanıyorlardı. Fakirler, bir geliri bulunmayan yetimler, dul kadınlar vs. için de başka yardım tazminatları mevcuttu. Bu yıllık ödemelerden yararlananlar arasında Müslümanların yanı sıra Yahudi kabileler (Benû Ureyd gibi) de bulunmaktaydı.

1528. Her yıl üç ya da dört askeri sefer düzenlenirdi. Bu nedenle, gönüllü asker toplamak, bunların adlarını kaydetmek, komutan atamak ve onun emrine idarî ve teknik bütün gerekli imkânları seferber etmek gerekiyordu.

1529. Resulullah (AS), halkın eğitim-öğretimine büyük bir önem veriyor ve bu işte görevlendireceği memurları titizlikle seçiyordu. Bu konuya önceki bölümde değinmiştik. Yönetici ve memurların yetiştirilmesi için özel okullar mevcut değildi; ancak devlete ait okulların programlarında Kur’an öğrenimi zorunlu olduğu için, bu okullardan “mezun olanlar”, yürütme ya da yargıyla ilgili her türlü yönetim kademesinde görevlendirilmekte idi. Çünkü Kur’an, dinî ve idâri işlerle ilgili bütün İslâmî yasaları içine almaktadır.

1530. Görevlendirmeler kişisel liyakat çerçevesinde yapılıyor ve işe alınanlara uygun bir maaş bağlanıyordu. Bütün memurlar, Devlet Başkanına ya da onun temsilcilerine bağlıydı. Temsilciler, kişilikleri oturmuş ve zeki kimseler arasından seçilirdi. Mekke Valisine verilen 30 dirhem tutarındaki maaş (H. 8 yılı itibarıyla), devletin diğer memurlara ne kadar aylık verdiği hakkında bize bir fikir verebilir. Anlaşıldığı kadarıyla, Beytu’l-Mâl muhafızları her yıl geçici olarak göreve atanırlar ve kendilerine uygun bir maaş ödenirdi. Aşağıdaki olay anılmaya değer niteliktedir: Resulullah (AS), Ömer’i Beytu’l-Mâl muhafızı olarak görevlendirmiş ve kendisine uygun bir maaş bağlamıştı. Bunun üzerine Ömer şöyle söyledi: “Bu parayı benden daha muhtaç durumda olan birine verseydiniz!” Ancak Resulullah (AS) buna rağmen maaşını alması için ısrar etmiştir (Buhârî, 24/51; 93/12/1, 2).

1531. “Maliye” bölümünde daha ayrıntılı bir biçimde göreceğimiz gibi, Kur’an (Tevbe: 9/60), devlet bütçesiyle ilgili prensipleri de belirlemiş ve gayet açık bir ifade ile memurlardan ve bunların maaşlarından bahsetmiştir. Fakat özellikle hadislerde, oldukça ilginç ayrıntılar karşımıza çıkmaktadır:

1532. a) “Kim ki bir kamu görevine girmeye çalışır ve bu konuda ısrar ederse, ona görev vermeyiz.”429 Ve yine: “Kendiliğinden bir göreve talip olma! Zira kendi isteğin üzerine sana bir iş verilecek olursa, yetersiz olduğun takdirde bundan sen sorumlu olursun; aksine, istemediğin halde bir iş sana tevdi edilmiş ise, sıkıntıya düştüğünde sana yardım edilecektir.”430 Böylece, haris ve maceraperest kimselerin cesaretleri kırılmak ve ehil olmayanların devlet görevlerine gelmeleri engellenmek istenmektedir.

1533. b) “Kendisine maaş ödediğimiz her memur, şayet kendi adına Beytu’l-Mâl’den başka bir gelir elde etmeye kalkışırsa, sahtekârlık yapmış sayılacaktır.431

1534. c) “Kendisini görevlendirdiğimiz kimse aile yardımı da alabilecektir. Eğer hizmetçi ya da uşağı yoksa onunkini de, evi yoksa kira yardımını da alabilecektir. Devlete ait mallarla ilgili olarak bunların dışındaki her türlü harcama dolandırıcılık ve hırsızlık kapsamına girer.432

1535. d) Resulullah (AS), İbn el-Lutbiyye (veya İbn el-Utbiyye) el-Ezdî adında birini, vergi tahsildarı olarak görevlendirdi. Bu zat, vergileri toplayıp Medine’ye döndüğünde beraberinde çok miktarda eşya da getirerek şöyle dedi: “Şurası size ait, bunlar ise bana hediye olarak verildi.” Bunun üzerine Resulullah (AS), mescidin minberine çıkıp şöyle buyurdu:

“Nasıl oluyor da gönderdiğimiz bir vergi tahsildarı (âmil) dönüp geldiğinde “bu size aittir, şu ise benimkidir” diyebiliyor? O anasının ya da babasının evinde oturup kalsaydı da görseydi bakalım, kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi? (Bu kusurlu hareketinden dolayı Hesap Günü’nde onun cezalandırılacağına işaret edilmektedir). Yâ Rabbi, onlara tebliğ edip uyardım mı? Yâ Rabbi, onlara tebliğ edip uyardım mı!”433

1536. Rüşvetle ilgili olarak, onun alınmasını ve verilmesini kesinlikle yasaklayan, ayrıca bunları işleyenlerin Âhirette çarptırılacakları cezalardan bahseden çok sayıda hadis mevcuttur.

1537. Kamu görevleri konusundaki eğitim-öğretim konusunu daha yukarıda özel bir bölüm içerisinde ele almıştık. Şimdi ise, bugün için elimizde mevcut bilgiler çerçevesinde diğer idarî işlerin nasıl yapıldığını inceleyeceğiz.
 
Üst Alt