Askerî Teşkilât

Cansu

Bismillahirrahmanirrrahim
Tem 11, 2014
525
Denizli
Askerî Teşkilât

1688. Muhammed (AS)’ın askerî alandaki zaferleri, Arabistanlı müşrikler arasında elde ettiği manevî zaferlerden daha az önemli değildir. Onun yönetim anlayışı konusunda sahip olduğu üstün nitelikleri gereğince anlatabilmek için askerî bir eğitim görmek gerekirdi; bu ise bende yok. Ben sadece onun hayatından, bu konu ile ilgili görünen bazı noktaları bir araya getirmeye çalıştım. Daha ayrıntılı bilgi için İngilizce Battlefields of the Prophet Muhammed (gözden geçirilmiş Hyderabad-Deccan baskısı, 1983) adlı eserimize müracaat edilebilir.582

1689. Muhammed (AS)’in müminlere yüklediği en önemli görevlerden biri de cihat’tır (ortak çaba ve mücâdele) ve bu eylem mutlaka silâh kullanma şeklinde göze çarpmaz. Ondan nakledilen şu hadis oldukça anlamlıdır:

“Müşriklerle, mallarınız, bedenleriniz ve dilinizle cihat ediniz.”583

Birisi ona gelerek:

“Muhariplerin hangisi Allah yolundadır?”

diye sormuş, o da şöyle cevap vermişti:

“Sadece Allah’ın Sözü’nün yüceltilmesi için savaşan kimse.”584

Ayrıca, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Bu mücâdele Kıyamete kadar devam edip gidecektir.”585

1690. İslâm Ordularının teknik durumu ile ilgili olarak, Resulullah zamanında sürekli bir Ordunun bulunmadığını hatırlatalım.586 Hattâ iç güvenliği sağlamak için polis bile yoktu. Arapların hepsi de savaşçı insanlardı ve Resulullah’ın yaptığı tek şey, bu “potansiyel gücü” kardeş kavgalarında israf olmayacak şekilde kontrol altına alıp sınırlandırmak olmuştur. Ayrıca o, ayrıntılarını aşağıda sergileyeceğimiz çeşitli mücadele yöntemleri geliştirmiş ve askerlik hizmetini maddî ve manevî alanları birlikte kuşatan İslâm Dininin çerçevesi içine sokmayı ihmâl etmemiştir.

1691. Eli silah tutabilen her yetişkin Müslüman, dininin hizmetinde, askerliğini yapmakla yükümlü idi. Bir sefer esnasında ya da dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde, Devlet Başkanı gönüllülere haber salardı. Bu gibi durumlarda587 bir kayıt kütüğü açılır ve her aday adını (ve adresini) buraya kaydettirirdi. Daha sonra, belirlenen gün geldiğinde, gönüllüler, silâhları, binekleri, yollukları vs. ile şehir dışındaki bir karargâhta toplanırlardı. Resulullah meydan yerine çıkarak gönüllüleri bizzat teftiş eder ve çok genç, işe yaramayan ya da sefere katılmasını sakıncalı bulduğu gönüllüleri alıkoyardı.588 Her sefere kaç asker katılacağını bizzat kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkânlarıyla teçhizatlarını sağlayamayanları Devlet Bütçesinden donatırdı.

1692. Asker toplama ve celp işi kabileler tarafından yapılır, bu iş için kabile başkanlarına başvurularak, onların muvafakat vermeleri halinde kabilenin üyeleri gönüllü yazılırdı. Medine’de, dışarıya karşı savaş yapılması halinde “kardeşleştirme” (muâhât) işlemi yapılması âdettendi; savunma savaşı söz konusu ise, herkes buna katılırdı. Ancak sefere çıkılması durumunda, karşılıklı olarak kendilerini kardeş kabul eden iki kişiden birisi sefere katılır, diğeri evinde kalarak, her iki evin, yani kendisinin ve manevî kardeşinin aile bireylerinin ihtiyaçlarını temin ederdi.

1693. Askerî sefere çıkacak ordunun komutanını Devlet başkanı tayin ederdi. Ordunun başına bizzat Devlet Başkanının geçmesi halinde, kendisine bağlı komutanları tayin eder ve her türlü gerekli önlemi alırdı. Ordunun klâsik şekilde beş kısma ayrılması biliniyordu: öncü, artçı, sağ kanat, sol kanat ve başkomutanın da bulunduğu merkez. Ordu içinde, safların düzenlenmesi, mevcut kuvvetlerin dağıtımı ve diğer teknik ayrıntılarla ilgilenen bir Vâzi’ olup, bunun bir görevi de, Ordu komutanının emirlerini diğer birlik başkanlarına ulaştırmaktı. Başlangıçta bu işle bizzat Resulullah meşgul oluyordu; Mekke’nin fethi esnasında ise Ordu içinde özel bir vâzi’in görevlendirildiği kaydedilmektedir.589

1694. Askerî birlik ve kıtaların toplanması genellikle kabilelere bırakılırdı. Ancak, bazı kabilelerden gelenlerin çok az olması halinde, askerî ihtiyaçlardan dolayı bunlar birleştirilirdi. Sefere ya da savaşmaya çıkan birlikler içinde, ‘ariflerden (onbaşı) başkomutana kadar çeşitli rütbeler vardı. Başvurduğumuz kaynaklar, özellikle Huneyn savaşında savaş esirlerinin serbest bırakılması ile ilgili bilgiler verirken bu rütbelerden bahsederler. Ancak ordu içinde sıkı bir hiyerarşi anlayışı yoktu. Zira düzenli ve sürekli bir Ordu yoktu. Bedir ve Uhud savaşlarıyla ilgili anlatımlarda da, savaş sırasında komutanın yakın çevresinde her an emre amade bekleyen ve verilen emirleri diğer kıtaların komutanlarına ileten haberciler olduğu yolunda bilgiler yer almaktadır.

1695. Ordu karargâhı, nöbetçi dikmek suretiyle gece gündüz korunurdu.590 Pusu kurma, keşif kıta’larıyla düşmanı takip etme ve casusluk gibi yöntemler bilinmekteydi. Resulullah (AS) sadece gerekli bilgileri toplamak için casus kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda düşman casuslarına karşı önlemler de alıyordu.591 Sefere çıkmadan önce, esirleri sorguya çekmek592 ya da ileri keşif kolları göndermek593 vs. suretiyle düşmanın durumu hakkında bilgiler toplanırdı.

1696. Tespit ettiğimiz bilgilere göre müşrik Araplar ve Yahudiler, savaş başlayacağı sırada teke tek dövüşmek için meydan okurlar ((mübâreze), Müslümanlar da bunu kabul ederlerdi. Resulullah (ya da başkomutan), karşılaşma için Müslümanlar arasından çıkacak savaşçıyı kendisi seçerdi.594 Benim kanaatime göre ise, Resulullah zamanındaki Müslümanlar bu tür girişimlerde bulunmamışlardır.

1697. Düşmanı kan dökülmeksizin teslim olmaya zorlamak için, su kaynaklarını kesme gibi yöntemlere başvurulduğu da oluyordu.595

1698. Muhammed (AS) baskın vermek suretiyle düşmanı şaşırtmanın öneminin de tamamen bilincindeydi. Genel karargâhından (Medine’den) ayrılmadan önce, asıl amacı dışında bir hedefi varmış gibi bir dedikodu çıkartır ve hattâ ilk günler asıl hedefinin dışında, sahte bir yöne doğru ilerler, daha sonra asıl güzergâhına doğru yönünü çevirirdi. Bunun dışında, hareketlerinin önceden bilinmesini engellemek için hiç akla gelmeyecek tenhâ yolları seçerdi. Tarihî kaynakların belirttiğine göre, Bizans topraklarına karşı yapılan uzak ve tehlikeli Tebûk seferi dışında, sefere çıkacak olan birlikler arasında bile, güzergâhla ilgili olarak hep yanlış izlenimler uyandırıyordu.596 Onun şu hadisi oldukça meşhurdur:

“Harb, hiledir (el-harbu hud’a).”597

Mekke’nin fethi ile sonuçlanan sefer buna güzel bir örnektir. Resulullah (AS) sefer hazırlıklarına başlayınca, kim olursa olsun, Medine’den çıkmasına mâni olmuş ve şehrin çevresindeki bütün dar geçitlere (habasu’t-turuk, el-enkâb)598 gözcüler yerleştirmiştir. Aynı şekilde uzak bölgelerde oturan kabilelerden devşirilen askerî birliklerle ilgili olarak, bu kabilelerin başkanlarını Medine’ye davet etmiş ve onlara askerî bir sır olarak, gidilecek yönü hiç bir şekilde açıklamaksızın, büyük bir askerî sefer düzenleneceğini, bu amaçla her an birliklerinin başında hazır bulunmalarını, onların bölgesinden geçerken kendilerini asıl Ordu’ya dahil edeceklerini bildirmiştir (bk. el-Ya’kûbî); ve Medine’den yola çıktığında da, zigzaglar çizerek bu kabilelere uğramıştır. Daha sonra, “Mekke’yle savaşmaya karar verdiği zaman, Ebû Katâde’yi bir müfrezenin başında Medine’nin kuzeyinde üç günlük mesafedeki Batn İdam’a gönderdi. Amacı, Resulullah’ın o istikamette bir sefere çıkmaya niyetli olduğunu düşündürmekti ve gerçekten söylenti bu şekilde yayıldı.”599

1699. Bazen, gece yürüyüşü esnasında, hareketlerini gizlemek için binek hayvanlarının boynuna bağlı çıngırakların susturulmasını emrederdi600; diğer zamanlarda ise casusların ve düşman keşif kuvvetlerinin gözünde kuvvetlerinin önemini abartmak için çaba gösterirdi: Örneğin konaklama yerlerinde, birkaç asker birleşerek tek bir ateş üzerinde yemeklerini pişirirdi; ama, Muhammed (AS)’in, yanlış bir izlenim uyandırmak için, her birine ayrı ayrı ateş yaktırdığı durumlar da olmuştur.601

1700. Resulullah’ın kendi hareketleriyle ilgili haberleri gizleyip düşmanı şaşırtmaktaki amacı, savaşmadan önce düşmanı yeniden ve bir kez daha İslâm’a davet etme kaygısından kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, “onurlu bir barış yapma” seçeneği sunduktan sonra düşmana savaş ilân ederdi. Ordunun başında bizzat bulunmadığı takdirde ise, sefere katılan birlik komutanlarına bu konuyla ilgili kesin talimatlar verirdi.602

1701. Barış zamanında Muhammed (AS), müminlerin askerî tâlim yapmaları vb. hazırlıklarıyla yakından ilgilenir, özellikle okçuluğun gereği üzerinde dururdu.603 İnsanlar, atlar ve diğer binek hayvanları arasında yarışlar düzenler ve kazananların ödüllerini bizzat kendisi dağıtırdı.604 Resulullah’ın bu yarışları seyrettiği ve kimin kazandığını tespit ettiği yerin anısına, Medine şehrinin kuzey taraflarında, bugün halen mevcut olan Sabak (yarış) mescidi inşa edilmiştir.

1702. İslâm’ın yapılmasını emrettiği dinî ibâdetler, mü’minin Allah yolunda mücadeleye ve savaşın mahrumiyetlerine alışmasına da katkıda bulunur: Müezzinin çağrısı üzerine, müminler toplantı yerlerine (cami) koşarak orada sıkı sıkıya saf kurarlar ve namazı kıldıran imamın emirlerine göre hareket ederler. Namazın içinde, vücudu çalıştıran hareketler vardır. Namaz günde beş vakit kılınır; bunlardan ilki, müminleri her mevsimde güneş doğmadan önce erkenden kalkmaya mecbur eder. Oruç, açlık ve susuzluğa katlanmak için güçlü bir idman olarak faydalıdır: Ay takvimi nedeniyle yılın hemen her mevsimine isabet eden Ramazan ayı boyunca, kadın ve erkek, bütün yetişkin Müslümanlar, tan yeri ağarmadan önce başlayıp güneş batıncaya kadar, hiç bir şey yiyip içmezler. Her mü’minin ömründe en azından bir kez yerine getireceği Hac görevi de, Müslümanlara her zaman yolculuk yapma, kamp kurma, çadırda ya da açık havada yaşama gibi konularda bir idman yapma fırsatı verir. Böylece, onların hayata bakış açıları değişerek, dünya malı kadar dünya hayatının da önemi onların gözünde pek bir şey ifade etmemeye başlar ve en zor fedâkârlıklar bile onların gözünde kolaylaşır. Resulullah Muhammed (AS)’in sahâbelerine açıkça beyan ettiği gibi, Müslüman hükümetin ilan ettiği savaşlara katılmak, tıpkı namaz, oruç vs. gibi dinî bir görevdir. Ancak bazen Müslümanlar tarafından yanlış olarak kullanılan “cihat-kutsal savaş” terimine dikkat etmek gerekir. Gerçekten, daha önce de açıkladığımız gibi, her meşru savaş, Müslümanlar için “cihat” niteliği taşır. Dünyevî amaçlar için yapılan meşru bir savaş olamaz. Eğer meşru gerekçelerle yapılmıyorsa bu, iç savaş, ihanet ve anlaşma koşullarının ihlâli nedeniyle çıkarılan savaşlar vs. gibi bir günah teşkil eder. Muhammed (AS), insanlara Allah rızası için canını feda etme duygusunu aşılamış olup, İslâmî savaşlarda düşmanın malını yağma ve talan etme kesinlikle söz konusu olamaz: İnsan, Allah yolunda kendi canını ortaya koyar ve şehit olduğu takdirde bu, Müslüman için en büyük şereftir. Bir gün sahabeden birisi Resulullah’a şöyle sordu:

“Kim Allah yolundadır: Ganimet elde etmek için savaşan mı, cesaretiyle ün yapmaya çalışmak için savaşan mı, yoksa kabilesi ile dayanışma halinde olmak isteyen mi?”

Muhammed (AS) şöyle cevap vermiştir:

“Bunlardan hiç birisi; ancak sadece Allah’ın Sözü’nü yüceltmek (Îlâ-i Kelimetullah) için savaşan kimse.”605

1703. Cihâdı diğer ruhî-manevî ibâdetlerden ayrı tutmamak için, İslâm, savaş sırasında bile namazın ihmâl edilmemesini emretmiştir. Kur’an, “tehlike sırasında kılınan namaz”ın (salâtu’l-havf) nasıl kılınacağından uzun uzun bahsetmiştir.606

1704. Muhammed (AS), meteorolojiyi ve rüzgârın ve güneşin savaşçılar üzerindeki etkilerini çok iyi biliyordu. O dönemdeki savaşlar -Hendek, Tâ’if ve Hayber’deki kuşatma savaşları dışında- ancak yarım gün kadar sürdüğünden, Resulullah (AS), kaynakların belirttiğine göre,607 gün doğumu ve batımında güneşin İslâm ordusunun gözünü rahatsız etmemesine dikkat ederdi. Seçme imkân ve fırsatı bulabildiği takdirde, düşmana üstünlük sağlamak için ordusunu en iyi konuşlandırabileceği yerleri seçerdi.

1705. O dönemde henüz üniforma yoktu. Muhammed (AS), savaş sırasında kendi askerlerinin, silah arkadaşlarını düşmandan ayırt edebilmesi için ustaca bir yöntem kullanıyordu. Her bir sefere çıkıldığında bir şi’âr (parola) belirliyor ve Müslümanlar, savaş alanında bire bir rastlaştıklarında yüksek sesle bunu söylüyorlardı. Bu parolalar, üniformaların belli olmadığı özellikle gece savaşlarında oldukça işe yarıyorlardı.608 Bununla birlikte, Bedir savaşında bazı ayırt edici işaretlerin kullanıldığı da olmuştur. Resulullah (AS) şöyle buyurmuştu:

“Size yardıma gelen meleklerin işaretleri (tasavvamat) vardır; sizin de ayırt edici işaretleriniz olsun.”609

Kaynaklar, bu talimat üzerine Müslümanların, miğfer, sarık ya da başlıkları (kalânis) üzerine sûfe (tüyden ya da yünden hotoz) taktıklarını belirtmektedirler. Sancak taşıma âdeti bütün Araplarca bilinmekteydi. Sancak taşıyıcısı olmak, en cesur askere bağışlanmış büyük bir şerefti.

1706. Muhammed (AS), savaş yöntemleri konusunda da gayet ilericiydi ve her zaman için düşmanı kan dökmeden teslim almaya çalışırdı. Şehirlerin savunması için “hendek kazma” yöntemi Hicaz bölgesinde bilinmiyordu. Muhammed (AS), H. 5 yılında bu usûlü kullanmıştır. H. 7. yılda Hayber Yahudileri kendilerini mancınık ile savunurken, Müslümanların elinde mancınık yoktu. Ertesi yıl, Tâ’if kuşatması sırasında İslâm ordusu, mancınığın yanı sıra, kuşatma altına aldıkları şehrin surlarını yıkmak için, içerden elle itilen ve derilerle zırhlandırılmış arabalar (debbâbe, dabûr) da getirmişlerdi.610 Bu arada Selmân’ın da bir mancınık yaptığı ifade edilmektedir.611

1707. Bedir’de olduğu gibi, ilk askerî seferlerin hiçbirinde, hemşire, aşçı vs. şeklinde de olsa kadınlara görev verilmemişti. Daha sonraları ordu içinde bunlara yeterli sayıda rastlanmaktadır. Örneğin, özellikle erkek savaşçıların düşmanı püskürtmekte tek başlarına yetersiz kaldıkları Uhud ve Huneyn savaşlarında, Umm Suleym, Umm Harâm ve daha başka birçok kadın silahlarına sarılarak, düşmana karşı yiğitçe savaşmışlardır. Hicretin 3. yılında yapılan Uhud savaşında, aralarında Resulullah’ın ailesinin de bulunduğu genç kadınlar, mücahitlere su vermişler ve yaralılara yardım etmişlerdir. Buhârî (Sahîh, 56/56), bu hanımlar arasında Umm Suleym’den özellikle bahseder. Hendek savaşında da, çok ilkel ve basit olmakla birlikte “Rüfeyde’nin çadırı”, askerî hastane olarak kullanılmış, yaralılar tedavi edilmek üzere oraya taşınmışlardır. İbn Hacer, Metâlib (Nº 1307) adlı eserinde, Hayber seferine katılan kadınlar arasında Umm Sinan el-Eslemiye’nin bulunduğunu belirtir. İbn Hacer’le (Nº 415) birlikte Buhârî (56/67, 68) de, Medineli er-Rubeyyi’ bint Mu’avviz’in, Resulullah’la birlikte bir çok savaşa katıldığına işaret ederler. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, Halife Ömer’in orduları çok daha etkili donanımlara sahip olacaklardır. “ Ömer, ordunun yanı sıra doktorlar (etıbba) da göndermiş; Abdurrahman ibn Rebîa el-Bâhilî’ye aynı zamanda ganimetin dağıtımı görevini de vererek, kendisini “Ordu hâkimi” tayin etmiştir. Selmân’ı keşif görevinin başına getirmiş, Hilâl el-Hacerî’yi mütercim, Ziyâd ibn Ebî Sufyân’ı sekreter-kâtip olarak atamıştır.”612 Ancak ilk dönem İslâm Ordularında hiçbir zaman özel bir “din görevlisi” bulunmamıştır. Zira namazlarda imam olmak, komutana mahsus bir görev ve ayrıcalık idi.613

1708. Hicretten hemen sonraki yıllardan başlayarak, Resulullah, Medine’yi ne zaman bir sefer için terk etse, yerine muhakkak bir vekil (nâip) tayin ederdi.614 Dikkat çeken bir diğer husus da, bu ayrıcalığın sırasıyla Müslümanların önde gelenlerine verilmiş olmasıydı. Bu da, Muhammed (AS)’in verasete ya da hiyerarşik anlayışa dayanan bir başkanlık sistemine itibar etmediğini göstermektedir.

1709. Resulullah’ın Ordusunda, ganimetin teslim alınmasıyla görevli özel memurlara da rastlamaktayız.615 Düşmandan ele geçirilen her şeyin, değerinin küçük ya da büyük olduğuna bakılmaksızın ona teslim edilmesi gerekirdi. Resulullah şöyle diyordu:

“Elinize geçen iğne ve ipliği bile ganimeti toplamakla görevli memura verin; zira yolsuzluk yapan Cehenneme gidecektir.”616

Ganimet, ancak İslâm topraklarına dönüldüğünde paylaştırılırdı. 1/5’i Devlet Hazinesine gider,617 kalan 4/5’i ise sefere katılanlar arasında eşit olarak dağıtılırdı. Komutanın payı, sıradan bir askerinkiyle aynı idi. Ancak bazı ayrımlar da yapılmıyor değildi: Süvari olarak sefere katılmış bir kimse, piyade olarak katılana göre iki (hatta bazı durumlarda üç) kat fazla ganimet alırdı. Meydan okuma ve teke tek vuruşma (mübâreze) durumunda, öldürülen düşmanın eşyası (seleb), silâhları, bineği ve üzerinden çıkan şeyler, sadece mübârezeyi kabul eden savaşçıya kalırdı.618 Komutan, hükümete düşen payı savaşta yararlık gösterenlere ödül ve mükâfat olarak dağıtmakta serbestti. Komutanın serbestçe kullandığı bu paya tenfîl denilirdi. Tıbbî vb. hizmetlerde görevli oldukları için, askerî sefere katılıp da savaşma imkânı bulamayanlar kadınlar ve köleler, normal olarak ganimetten bir pay alamazlar, ancak komutan onlara, kendi isteği doğrultusunda her zaman çeşitli ödüller (rezh619) dağıtırdı. İslâm hukukçuları post-liminium denilen bir uygulamadan da haberdar idiler. Buna göre, İslâm topraklarında yaşayan bir Müslim ya da Gayrimüslime ait bir eşya düşman eline geçmiş ve daha sonra tekrar İslâm Ordusu tarafından ele geçirilmiş ise, o mal eski sahibinin olur ve bu mal ganimetten sayılmazdı. İslâm’ın fedakârlık anlayışına en az bağlı savaşçılar bile bu kanunlara uyarlardı. Oysa Arabistan’daki Gayrimüslimler arasında, ganimetin 1/4’lük bölümü komutanın şahsî kasasına gider ve herkes, ganimetin geri kalan kısmından imkânı nisbetinde yararlanırdı ki bu, Ordu disiplini ve dava arkadaşlığı adına çok kötü bir şeydi.

1710. Muhariplik hakları düşmanın hem canı hem de malı ile ilgili hususları kapsıyordu: Düşman öldürülebilir, yaralanabilir, esir edilebilir ve gerekli her türlü zarara uğratılabilirdi. Ancak kabalık ve gereksiz vahşet, Resulullah (AS) tarafından Müslümanlara kesinlikle yasaklanmıştır: Onların, ölülerin uzuvlarını kesmelerine, birini canlı canlı yakmalarına vs. kesinlikle izin vermemiştir. Resulullah Muhammed (AS), bu son konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

“Ancak Ateşin Sahibi ateşle cezalandırabilir.”620

Kuşkusuz burada bir tutsağa karşı işlenen ve isteğe bağlı bir eylem söz konusudur; aksi takdirde, düşmanı teslime zorlamak için kullanılan ateş bu hükmün dışındadır.

1711. Resulullah (AS)’ın esirlere davranış biçimi özellikle dikkatimizi çekmektedir. Kur’an’a göre621 esirin yiyeceği bedavadır; onu doyurmak İslâmî hükümetin görevidir. İslâm’ın henüz başlangıç dönemlerindeki zor koşullarda bile, Resulullah, esirleri savaşçılar arasında taksim ederek, onlara karşı iyi davranılmasını emrediyordu. İslâmî kaynaklarda, esirlerin, kendilerini esir alanlarla aynı gıdaları aldıkları vurgulanmaktadır. Resulullah (AS)’ın sahabeleri arasında daha duyarlı olan kimileri, ekmeklerini esirlere verip, kendileri sadece hurma ile yetinerek, fedakârlık konusunda örnek teşkil edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bedir ve Huneyn savaşlarıyla ilgili anlatımlarda görüldüğü gibi, Resulullah (AS), ihtiyacı olan esirlere giysi bile veriyor, onların sıkıntılarını hafifletmeye çalışıyordu.622 Onlara, kendi memleketlerinde sahip oldukları şeyleri miras bırakma hakkı tanınmıştı.623 İslâm, esirlerin normal savaş koşulları içerisindeki tutumlarından dolayı onların cezalandırılmasına izin vermez: İslâm hukukçuları her zaman, “dünyevî sıkıntılar karşısında Müslümanların ve Gayrimüslimlerin eşit durumda olduklarını” yineleyip durmuşlardır. Resulullah’ın sahabeleri, bir kimsenin savaşta esir olması nedeniyle ölümle cezalandırılmaması gerektiğinde hemfikirdirler.624 Açıkça görüldüğü gibi, burada savaş suçları ya da Müslüman tebaaya karşı işlenen kamu suçları söz konusu edilmemektedir. Kur’an’a göre625 esirler, ya bir fidye karşılığında ya da tamamen karşılıksız ve mübadele ilkeleri kapsamında serbest bırakılabilirler. Muhammed (AS)’in hayatında, bu farklı uygulamaların sayısız örneklerini görmek mümkündür. Kölelik konusuna ise daha önce değinmiştik (§ 1120-1124).

1712. Resulullah, savaş sırasında düşman tarafın kadınlarının ve küçük çocuklarının, savaşa katılmadıkları için öldürülmelerini kesinlikle yasaklamıştır.626 Sadece kadınlardan oluşan ve aktif bir şekilde savaşa katılan askerî birlikler karşısında nasıl bir tavır takınırdı, bilemiyorum. Bununla birlikte, Resulullah’ın Ordusunda birçok kez silâha sarılarak etkin bir şekilde savaşan kadınlar da yer almıştır.

1713. Resulullah (AS)’ın, benimsediği strateji ve taktikten çok, devletler hukuku kapsamına giren askeri faaliyetleri ile ilgili olarak, başka çalışmalara627 da atıfta bulunacak ve bu uzak döneme ait bir özelliği de vurgulamadan geçemeyeceğim: Savaş ilanı sadece düşmanın daha önceden kazanmış olduğu mülkiyet haklarını ortadan kaldırmadığı gibi, savaş sırasında bu hakların askıya alınması için de bir neden oluşturmuyordu: Savaşın hiç vuku bulmaması halinde düşmanın hakları o tarihte nasıl yerine getirilmekte ise, aynı hakların düşmana tanınması gerekiyordu. Bu konuda, Resulullah’ın, kendisine karşı düzenlenen suikast nedeniyle Mekke’yi terk etmek zorunda kaldığı zaman, Mekkelilerin kendisine emânet olarak bıraktıkları şeyleri onlara aynen iade ettiğini hatırlatalım. Benû’n-Nadîr Yahudilerine de, Medine’den ayrılmadan önce ahâliden alacaklarını tahsil etmelerine izin vermişti (bk. yukarıda § 949).

1714. Resulullah Muhammed (AS), ahlâkî temizliğe büyük bir önem verirdi. Bu nedenle, harpte esir düşen kadınlarla bile olsa, gayrı meşru cinsel ilişkide bulunulmasını sert müeyyidelerle yasaklamıştır.

1715. Son olarak, İslâm’da yasakların iki sınıfa ayrıldığını belirtelim: Kur’an ve hadislerde belirtilen yasaklar her zaman geçerli olup, misilleme yaparken bile bunlara karşı gelinmesi mümkün değildir. Diğeri ise anlaşmalardan doğan yasaklardır ve anlaşma süresince geçerlidirler. Muhammed (AS) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar, yaptıkları anlaşmaların hüküm ve şartlarına titizlikle riâyet ederler.”628

Gayrimüslimlerle yapılan anlaşmalar konusunda Kur’an’ın tavrı da gayet açık ve nettir:

“Onlar size dürüst davrandıkları sürece, siz de onlara dürüst davranın.”629

Bu nedenle, bir ülkeye karşı savaş ilân edilmiş olması, o sırada İslâm ülkesinde bulunan o ülke insanlarını genellikle etkilemez; onları hapsetmeye kalkışılmaz, sınır dışı edilmezler, oturma izinleri iptal edilmez -vize geçerli olduğu sürece- kalıp, savaştan önce olduğu gibi işlerini yapabilirler ve sonuç olarak, tamamen özgür bir biçimde, İslâm mahkemeleri önünde sadece davalı değil, aynı zamanda Müslüman tebaadan biri aleyhine davacı bile olabilirler. Ayrıca, kendi ülkelerine dönerken, İslâm ülkesinde bulunan kazançları da dahil olmak üzere, bütün servetlerini beraberlerinde götürme hakkına sahiptirler.

1716. Bu bölümü bitirirken, Devlet harcamaları ile Bütçe yasasında, askerlik hizmetini gönüllü hale getiren ve olayın maddi boyutunun bazı kimseler açısından “Allah yolunda” çalışma şeklindeki manevî cazibeyi pekiştirdiği ve böylece her yetişkinin hükümetin talebi karşısında silah altına alınmaya hazır olduğu bir hükmün mevcut olduğunu hatırlatmak istiyoruz (bk. yukarıda § 1651). Askerlik sistemini bazı ek kaynaklarla pekiştirmek amacıyla bir takım başka kaynaklar da ortaya atılmış, örneğin Hâlid ibn Velîd, henüz Resulullah (AS) hayatta iken, kendisine ait zırhlı gömleklerden bir çoğunu, diğer askerlerin kullanabilmesi için vakıf (hubûs) hâline getirmiştir (bk. Buhârî, 24/49).
 

Similar threads

Üst Alt